11 Temmuz 2020 Cumartesi

11 Temmuz 2020 Cumartesi 23:00 CORONA GÜNLERİ.........................Arabesk hallerimiz

Allaha emanet

Memlekette bir parktayız. Güzel, geniş ve yeşil bir ortam. Akşam serinliği üşütmüyor. Aksine üfül üfül hafif bir esinti günün bunaltıcı temmuz sıcağından eser bırakmamış. İnsanlar birbirlerinden 2-3 metre mesafede yerleştirilmiş masalara öbek öbek oturmuşlar. Bir taraftan çekirdek çitleyip bir taraftan da muhabbet ediyorlar. Çay getiren elemanlar fır fır dönüyor aralarda. Caddeden gelen araç sesleri etrafta koşuşturan çocukların sesleriyle karışıyor

Bakıyorum: Tam maske takanlar, maskeleriyle oturanlar çok az. Bazılarında maske yok. Diğerleri ya çenelerinin altına, ya da kollarına takmışlar. Ama kalabalığa bakınca ilk farkedilen şey maskeler. Anlıyorum, gerçekten de kısa süreliğine bir şey yer içerken maske takmak mümkün değil. Öte yandan böyle ortamlarda maskesiz oturmak da büyük risk. O zaman böylesi kalabalıklarda tamamen Allaha emanetiz demektir. İnşallah bu güven ve tevekkülümüz boşa çıkmaz. Bu arada dikkat ettim bazı hanımlar sık sık kolonya ya da dezenfektan çıkarıp masadakilerin ellerine döküyorlar. Eh! En azından bu da bir tedbir.

Susurluklular parklarına düşkündür. Yaz akşamları çoluk çocuk orada zaman geçirmeyi severler. Ortam da gerçekten geniş, yemyeşil ve güzel. Hiç değilse açık havada oturuluyor diye teselli buluyorum. Etrafıma bakınırken bir an için şöyle bir şey aklıma geliyor: pandemiden habersiz biri gelse ve bu ortama baksa: "Ne kadar acayip bir hal, ne var ki, ne olmuş bu insanlara?" diye hayrete düşerdi herhalde. Bakarsan korunulması gereken mikrobik birşey var ki maske bolluğu hemen göze çarpıyor. Ama öte yandan insanlar hiç de endişeli görünmüyorlar. Sakınma ile gevşemenin arabesk bir karışımı var ortada. Hayal mi gerçek mi, doğrusu çok tuhaf bir durum!" 

Ölüm ve hayat

Bir ölüm vaki olduğunda ölenle ölünmeyeceğini anlatan bir sözümüz vardır: "Hayat devam ediyor". Corona salgın süreci bugün 123. gününde. Ülkemizde bu salgında vefat edenlerin sayısı 10 temmuz itibariyle 5323 oldu. Hiç kuşkusuz ölenler bu ülkenin insanları. Bazısı akrabamız, kimi hemşehrimiz, diğerleri de vatandaşımız. Ama ölüm sadece coronadan gelmiyor. Trafik kazası, cinayet, kanser vb. hastalıklar ile daha pek çok sebepten ülkemizde her gün yaklaşık 1000 kişinin üzerinde insan vefat ediyor. 

Açıklanan son TÜİK verilerine göre ülkemizde 2016-2017-2018 yıllarında çeşitli nedenlerle toplamda 1 milyon 275 bin 336 kişi hayata gözlerini yumdu. Bu sayı yıl bazında ortalama 425 bin 112 olarak hesaplandı. Yani ülkemizde ortalama günlük ölüm sayısı 1.164 olmuş. Covid-19'dan ölenler ise bir ara 120'nin üzerine çıkmış olsa da bugünlerde 20 dolayında seyrediyor, 123 günün ortalaması ise 43 kişi.

Ölüm bir şaka değil. Sevenleri ve yakınları için her ölüm büyük bir acı. Fakat, tabi ki her ölümle birlikte hayat da stop etmiyor. Zaman durmuyor, güneş her gün batıp ertesi sabah yine doğmaya devam ediyor. Hayat durmaksızın kendi mecrasında akıp gidiyor sağ olanlarla birlikte. Ölen kalp krizinden de, kanserden de, covid-19'dan da vefat etse durum değişmiyor. Ölüm kendi gerçeğini icra ederken, yaşam  da kendi mecrasında hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. 

Hayat ölümle sağ oluşun iç-içeliğinde sürüyor. Bir tarafta acılar, ayrılıklar, kayıplar yaşanırken diğer yanda mutluluklar, vuslatlar ve yeni yeni var oluşlara şahit oluyoruz. Bu yüzden yüzümüzün bir tarafı kanlı gözyaşları dökerken, diğer yanı ise mutluluk gözyaşları akıtıyor. Garip ama gerçek. Hayatın kendisi böyle bir sarmaldan ibaret değil mi zaten. 

Evet, hayat salgına rağmen, hastalık ve ölümlere rağmen devam ediyor. Yüce Rabbim yaşlılığın dışında her derdin devası olduğunu buyurmuş. Bana göre yaşlılığa, ölüme karşı da her yeni doğan canlı ile hayatın yeniden sürmesi sağlanmış. Bu yüzden yaşamımızın her anında, her alanında; hastalıkla sağlık, ölümle hayat, yaşlılıkla gençlik, tedbirle tedbirsizlik, korku ile ümit, dikkat ile gevşeklik iç içe bulunuyor. İnsanlar bir taraftan korkuyor, bir taraftan da korkmadan özgürce yaşama umudunu hiç kaybetmiyor. Susurluk parkında etrafımdaki arabesk kalabalığa bakınca bunlar geçti aklımdan.

Yanlış anlaşılmasın arabesk kelimesini; küçümsenen bir yozluk anlamında kullanmadım. Bilakis zengin, renkli, farklı ve sebepleri olan bir birikim, bir yeniden var oluş olarak isimlendirdim. Tedbirle tedbirsizliğin, salgın kısıtlılığı ile normal umutlarının, korku ile yaşam sevincinin birbirine karıştığı bir manzara için daha uygun bir kelime bulamadım çünkü. 

Ayasofya açılıyor

Corona salgını 124. gününü tamamlarken 86 yıllık bir rüya da birdenbire gerçek oluverdi: Nihayet Ayasofya kendisini müzeye çeviren zincirlerinden kurtuluyor! 

Davayı ilk kez 2005'te açan, defalarca reddedilmesine rağmen bıkmadan yeniden yeniden başvuran İsmail Kandemir adlı vatandaşımızı çok kimse bilmez. Ama iş son yıllarda hazırlığı hızlanan ciddi bir çalışma ve sabırla olgunlaştırılıp, nihai hamleye kadar yaklaştırılmıştı. Kurtuluşun işareti ilk Danıştay'dan geldi.

Ayasofya'nın cami olarak ibadete açılması için gözler Danıştay'dan gelecek karardaydı. Danıştay 10. Dairesinin 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılan davaya ilişkin kararı bekleniyordu. İşte o karar resmen açıklandı ve 86 yıl öncesinin meş'um; Ayasofya'nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair kararı iptal edildi. 

Böylece bu konuda 26 yıldır mücadele veren 75 yaşındaki İsmail Kandemir de Danıştay'da açtığı davayı kazanmış oldu. Artık Ayasofya'nın yeniden cami olmasının önünde hiçbir engel kalmamıştı. Beklendiği gibi zincirin son halkası da Cumhurbaşkanımız tarafından kırıldı ve müjde verildi: "Ayasofya açılacak!"

Benim gençlik yıllarımın da kızıl elması olan Ayasofya Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’un fethiyle beraber camiye çevrilmişti. Vakfiyesi bizzat Fatih Sultan Mehmet hana ait olan kutsal mabed ne yazık ki, 481 yıl sonra 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla "abrakabadra" el çabukluğu marifet müzeye çevrilmişti. İşte şimdi verilen Danıştay hükmü ardından Ayasofya Camisi'nin Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek ibadete açılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı Kararı da Resmi Gazete'de yayımlanmış oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hemen kararın ardından bir Ulusa Sesleniş konuşması yaptı ve 24 Temmuz'da Ayasofya'nın ibadete açılacağını duyurdu. Bu aynı zamanda bütün bir dünyaya egemenlik hakkımızdan vazgeçmeyeceğimizin de ilanı niteliğindeydi.

İşte hayat böyle garip bir şey. Çok bunaldığınız bir zaman önümüze yepyeni kapılar açılabiliyor. Tıpkı 11 Temmuz 1995 yılında, yani tam 25 yıl önce Srebrenitsa'da yaşananlar gibi. O soykırımda tam 8500 insan vahşice şehit edilmişlerdi. Hem de kendini insan hakları savunucusu, modern, çağdaş ve uygar olarak tanıtan Avrupa'nın gözleri önünde. Bugün işte o utancın 25. yılı. Biz unutmadık, direndik, Bosna'yı yalnız bırakmadık ve bugün kazanan da biziz. Başı önünde olanlarsa, bütün kibirlerine rağmen Avrupalılar. Bugün pandemi dolayısıyla perişan durumda olanlar da onlar. 

Elbette bunun tersi durumlar da var. Mazlumu unutup, sevinçle gülüp eğlendiğimiz bir anda birden kendimizi bir acının kucağında da bulabiliyoruz. Bir yangın felaketi, deprem, sel, terör ya da salgın hastalık da böyle bir şey. Öte yandan biz yüzyılın salgını ile uğraşırken birdenbire 86 yıllık özlem gerçekleşiveriyor. Ayasofyanın açılması da böyle bir durum. Sevinmek hakkımız, elbette içimiz duygulanıp coşacak. Ayasofya'nın mahsun hali 86 yıldır gönlümüzü burkuyordu. Ancak, hamd edip ölçüyü kaçırmamak lazım. Verilen ya da alınan şeye değil, onu veren ya da alan ele dikkat etmemiz gerekiyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder