14 Nisan 2019 Pazar

14 Nisan 2019 Pazar 22:30 SÜRGÜN.....................................................Can yakan, geç gelen adalet 


Can yakan, geç gelen adalet 



Sürgün geldiğim bu memlekete giderek alışıyorum. Haziranda Manisa Bölge Müdürlüğüne Satınalma Memuru (Aday) olarak tayinim çıkmıştı. Temmuzda Muhasebe servisine verilmiştim. Temmuz-Ağustos çok sıcaktı. Manisa sıcak olurmuş zaten yaz aylarında. Hemen arkasında yükselen blok taştan Spil dağı imiş bunun sebebi. Gündüz saatlerinde kızdıkça ısısını Manisa ovasına yansıtırmış. Gündüzleri fırın gibi kızartır, geceleri de bunaltırmış. 

Benim için sürgün olmanın halet i ruhiyesi bu sıcaklığı iki kat arttırıyordu sanki. Gündüzleri iş ortamında terliyor, geceleri tek odalı kerpiç evde uyuyamıyordum. Serviste herkesin sıcaktan yelpazelendiği sıralar ben habire dosya indirip kaldırıyor ne olacağını bilmediğim notlar alıyordum. Biliyordum ki soluklanıp başımı kaldırsam önümde beni merak eden bu insanların delici bakışlarını, sırtımda Manisa sıcağını daha fazla hissedecektim. 

Ama günler geçiyor, hayat ağlarını yavaş yavaş örüyordu işte. Önce günaydın, meraba, afiyet olsun, iyi akşamlar sözcükleri sonra da merakla gelen ufak ufak sorular. Böylece birbirimizi tanımaya başlamıştık bile. Hepsinin isimlerini görevlerini biliyordum. Hatta iyi yanlarını, zaaflarını, sürekli tekrar eden esprilerini ve şikayetlerini de öğrenmiştim. Benim görev verilmeden harıl harıl çalışmama hayret edip, ufaktan laf atıyorlardı bana. Şefin alakası da artmıştı. Masama bir daktilo koymuş, bir iki iş bile vermişti. İki parmak yazmama rağmen üşenmeden ve hatasız yazmıştım. Özellikle bakmadan facit (Kollu Hesap makinası)kullanmama ise çok şaşırmışlardı.

Bir Ağustos günü Dursun Ali'nin ilişiğini kestiler. İşe giriş memurluk sınavıyla ilgili filan gibi bir şeyler duydum. Herkes üzülmüş gibi duruyordu. Bense başıma gelenin daha ağırını yaşayan bu laz delikanlısı için vurgun yemiş gibi olmuştum. O da üzgündü, espri yapmaya çalışıyor ama olmuyordu. Bizimle vedalaşıp çıktı gitti. Canını yakan partizanlığa isyan ediyordu. Onu çok iyi anlıyordum. Adalet adaletsizliğe dönüşmüşse kimi kime şikayet edersin ? Kurt kuzu hikayesi gibi. İster suyunu bulandır ister bulandırma. Kurt kuzuyu yemeyi aklına koymuşsa yapıyor işte. 

Sanki soğumakta olan, kabuk bağlamış yaram yeniden kanamaktaydı. Mustafa bey kükrüyor, Ekrem abi "yazık oldu, yazık oldu" deyip duruyordu. Aramızdaki en sessiz ve bağrı yanık kişi Abdurrahman'dı. Türkiye'nin bir köşesinden bir köşesine sürgün gelmişti. Üstelik çoluk çocuğunu bırakmak zorunda kalarak. Anlattığına göre bir evi de yokmuş. Urfa'da arkadaşları kendi aralarında güç birliği yapıp kerpiçten iki göz bir mutfak ev yapıyorlarmış. Yakında bitecekmiş, bir ara gidip ailesini oraya yerleştireceği günü tevekkülle bekliyordu.

Günler böyle yarı acılı yarı umutlu geçiyordu. Eylül ayının yarısına gelmiştik. Bir gün Bölge Müdür yardımcısı odasına çağırdı. Gittim, haberi ayakta verdi: "Hadi bakalım hayırlı olsun !" Adama soran gözlerle baktım, o da önemsiz bir habermiş gibi bir çırpıda anlattı: Asaletim tasdik olmuştu ! Gözlerim doldu, rüzgârdaki bir fidan gibi sallandım. Oturmak istediğimi söyleyip bir koltuğa çöktüm. Şaşırmıştı, sevineceğimi sanmıştı ama ben gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Bu defa beni teselli etmeye yeltendi. Birden diklendim: "Söyler misiniz bu benim hakkımdıysa neden böyle geç geldi, yok ben asaletim tasdik edilmeyecek kadar aptal, beceriksiz ve yetersizdiysem neden bugün veriliyor ?..Bu işin müsebbipleri ne olacak ? " Adam bu tepkimi beklemiyordu, şaşaladı ne diyeceğini şaşırdı bir süre. "Neyse ne, geldi ya. Şu andan itibaren asil memursun. İkramiyen de ödenecek. Olanı biteni unut, uğraşma ! Geçti bitti gitti."

Odadan çıkıp bahçeye yöneldim. O halimle servise girmek istemiyordum. Açık hava iyi gelmişti. Düşündüm; Bugün Eylül'ün 19'uydu. Yani işe başladığım gün. Altı aylık asalet tasdik prosedürü tam iki yıl geciktirilmiş, sürgün sebebi olmuş, bugün bana bir müjde gibi dönmüştü. En canımı yakan şey ise adaylığım tasdik edilmeyip, bir başka amirin yanında denemeye gönderilmekti. İşin esasının görevden alınan ve yeni atanan bölge müdürleri arasındaki bir iletişim sorunu olduğunu, sicil evrakımın bir çelik kasada unutulduğunu kim tahmin edebilirdi ki ? Bunun için partizan bir liste içine, sağa sola savrulanlar arasına konulmuştum. Üstelik kendi memleketinden sürülmüş biriydim. Kime nasıl anlatabilirdim ki bu haksızlığı ?

Mescide gidip abdest aldım. Yüce Allah'ıma yöneldim bir süre. Ona havale ettim bu haksızlığı, bu adaletsizliği. Genç yaşımda uğradığım bu zulmü ona şikayet ettim. Servise girerken başım dik, göğsüm ferahlamış, alnım açıktı; gülümsüyordum. Etraftan "Hayırlı olsun ! Tebrik ederiz Yılmaz bey !" sesleri işittim. Masama otururken artık düştüğüm bu yerden; Allah'ın izniyle yeşil, taze bir sürgün gibi yükseleceğimi biliyordum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder