Sürgün geldiğim bu memlekete giderek alışıyorum.
Haziranda Manisa Bölge Müdürlüğüne Satınalma Memuru (Aday) olarak tayinim
çıkmıştı. Temmuzda Muhasebe servisine verilmiştim. Temmuz-Ağustos çok sıcaktı.
Manisa sıcak olurmuş zaten yaz aylarında. Hemen arkasında yükselen blok taştan
Spil dağı imiş bunun sebebi. Gündüz saatlerinde kızdıkça ısısını Manisa ovasına
yansıtırmış. Gündüzleri fırın gibi kızartır, geceleri de bunaltırmış.
Benim için sürgün olmanın halet i ruhiyesi bu
sıcaklığı iki kat arttırıyordu sanki. Gündüzleri iş ortamında terliyor,
geceleri tek odalı kerpiç evde uyuyamıyordum. Serviste herkesin sıcaktan
yelpazelendiği sıralar ben habire dosya indirip kaldırıyor ne olacağını
bilmediğim notlar alıyordum. Biliyordum ki soluklanıp başımı kaldırsam önümde
beni merak eden bu insanların delici bakışlarını, sırtımda Manisa sıcağını daha
fazla hissedecektim.
Ama günler geçiyor, hayat ağlarını yavaş yavaş
örüyordu işte. Önce günaydın, meraba, afiyet olsun, iyi akşamlar sözcükleri
sonra da merakla gelen ufak ufak sorular. Böylece birbirimizi tanımaya
başlamıştık bile. Hepsinin isimlerini görevlerini biliyordum. Hatta iyi
yanlarını, zaaflarını, sürekli tekrar eden esprilerini ve şikayetlerini de
öğrenmiştim. Benim görev verilmeden harıl harıl çalışmama hayret edip, ufaktan
laf atıyorlardı bana. Şefin alakası da artmıştı. Masama bir daktilo koymuş, bir
iki iş bile vermişti. İki parmak yazmama rağmen üşenmeden ve hatasız yazmıştım.
Özellikle bakmadan facit (Kollu Hesap makinası)kullanmama ise çok
şaşırmışlardı.
Bir Ağustos günü Dursun Ali'nin ilişiğini kestiler.
İşe giriş memurluk sınavıyla ilgili filan gibi bir şeyler duydum. Herkes
üzülmüş gibi duruyordu. Bense başıma gelenin daha ağırını yaşayan bu laz
delikanlısı için vurgun yemiş gibi olmuştum. O da üzgündü, espri yapmaya
çalışıyor ama olmuyordu. Bizimle vedalaşıp çıktı gitti. Canını yakan
partizanlığa isyan ediyordu. Onu çok iyi anlıyordum. Adalet adaletsizliğe
dönüşmüşse kimi kime şikayet edersin ? Kurt kuzu hikayesi gibi. İster suyunu
bulandır ister bulandırma. Kurt kuzuyu yemeyi aklına koymuşsa yapıyor
işte.
Sanki soğumakta olan, kabuk bağlamış yaram yeniden
kanamaktaydı. Mustafa bey kükrüyor, Ekrem abi "yazık oldu, yazık
oldu" deyip duruyordu. Aramızdaki en sessiz ve bağrı yanık kişi
Abdurrahman'dı. Türkiye'nin bir köşesinden bir köşesine sürgün gelmişti.
Üstelik çoluk çocuğunu bırakmak zorunda kalarak. Anlattığına göre bir evi de
yokmuş. Urfa'da arkadaşları kendi aralarında güç birliği yapıp kerpiçten iki
göz bir mutfak ev yapıyorlarmış. Yakında bitecekmiş, bir ara gidip ailesini
oraya yerleştireceği günü tevekkülle bekliyordu.
Günler böyle yarı acılı yarı umutlu geçiyordu. Eylül
ayının yarısına gelmiştik. Bir gün Bölge Müdür yardımcısı odasına çağırdı.
Gittim, haberi ayakta verdi: "Hadi bakalım hayırlı olsun !" Adama
soran gözlerle baktım, o da önemsiz bir habermiş gibi bir çırpıda anlattı:
Asaletim tasdik olmuştu ! Gözlerim doldu, rüzgârdaki bir fidan gibi sallandım.
Oturmak istediğimi söyleyip bir koltuğa çöktüm. Şaşırmıştı, sevineceğimi
sanmıştı ama ben gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Bu defa beni teselli etmeye
yeltendi. Birden diklendim: "Söyler misiniz bu benim hakkımdıysa neden
böyle geç geldi, yok ben asaletim tasdik edilmeyecek kadar aptal, beceriksiz ve
yetersizdiysem neden bugün veriliyor ?..Bu işin müsebbipleri ne olacak ? "
Adam bu tepkimi beklemiyordu, şaşaladı ne diyeceğini şaşırdı bir süre.
"Neyse ne, geldi ya. Şu andan itibaren asil memursun. İkramiyen de
ödenecek. Olanı biteni unut, uğraşma ! Geçti bitti gitti."
Odadan çıkıp bahçeye yöneldim. O halimle servise
girmek istemiyordum. Açık hava iyi gelmişti. Düşündüm; Bugün Eylül'ün 19'uydu.
Yani işe başladığım gün. Altı aylık asalet tasdik prosedürü tam iki yıl
geciktirilmiş, sürgün sebebi olmuş, bugün bana bir müjde gibi dönmüştü. En
canımı yakan şey ise adaylığım tasdik edilmeyip, bir başka amirin yanında
denemeye gönderilmekti. İşin esasının görevden alınan ve yeni atanan bölge
müdürleri arasındaki bir iletişim sorunu olduğunu, sicil evrakımın bir çelik
kasada unutulduğunu kim tahmin edebilirdi ki ? Bunun için partizan bir liste
içine, sağa sola savrulanlar arasına konulmuştum. Üstelik kendi memleketinden
sürülmüş biriydim. Kime nasıl anlatabilirdim ki bu haksızlığı ?
Mescide gidip abdest aldım. Yüce Allah'ıma yöneldim
bir süre. Ona havale ettim bu haksızlığı, bu adaletsizliği. Genç yaşımda
uğradığım bu zulmü ona şikayet ettim. Servise girerken başım dik, göğsüm
ferahlamış, alnım açıktı; gülümsüyordum. Etraftan "Hayırlı olsun ! Tebrik
ederiz Yılmaz bey !" sesleri işittim. Masama otururken artık düştüğüm bu
yerden; Allah'ın izniyle yeşil, taze bir sürgün gibi yükseleceğimi biliyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder