Ankara'nın röntgeni
Sinoplu Diyojen bir öğle vakti elinde fenerle “Bir
adam arıyorum !” diye bağırarak Atina sokaklarında dolaşmış, böylece Atina’da
adam görmediğini anlatmak istemiş.
Benim elimde bir fener yok ama çok şükür
görebiliyorum. Ankara'da vefa ve sadakat özde değil sözdedir. Zaten çoğu vefayı
İstanbul'daki bir semtin adı olarak bilir. Sadakatse 'köprüyü geçene kadar
ayıya dayı demek' ten ibarettir.
Ne yazık ki, Cicero gibi 'Dostlarımdan hangisinin vefalı, hangisinin
vefasız olduğunu, artık ne vefalılara, ne vefasızlarına karşılık veremeyeceğim
bir zamanda öğrendim.'
Halbuki Ashâb-ı Kehf"in köpeği
Kıtmîr, sadıklarla beraber olup onlara sadakat gösterdiği için büyük bir şeref
kazandı. Nûh ve Lût (a.s)'ın hanımları ise, yanlış tercihleri sebebiyle birer
vefasızlık ve sadakatsizlik örneği oldular. Her iki misali de Kur"ân-ı
Kerîm'den okuyup öğrenmişizdir
Zaten köpeklerin insana sadık olduğunu
hepimiz çok iyi biliriz de vefa ve sadakate en yakışan insanoğlunun
nankörlüğüne hala alışmış değiliz. Her defasında bizi incitir ve üzerler.
İki iyi arkadaş başlangıçta davaları
için omuz omuza mücadele etmişler. Kazandıkları günün akşamında aralarında
ahidleşmişler: Bundan sonra kim hangi göreve gelirse gelsin biri diğerini
ziyarete gittiğinde 'Ben oyum' diye bir pusula yazıp gönderecek, diğeri de
derhal mesajı ve en iyi arkadaşının geldiğini anlayacakmış.
Aradan zaman geçmiş iki arkadaştan biri
önemli bir göreve getirilmiş. Epey meşgulmüş. Arkadaşı hem başarılar dilemek
hem de tavsiyelerde bulunmak üzere ziyaretine gitmiş. Kapıda sekreter "
Şöyle buyrun oturun. Size bir çay söyleyeyim" demiş. "Peki"
demiş adam, "Bu arada siz bu mesajı kendisine iletir misiniz,
lütfen."
Biraz dinlenip çayını bitirmeye
çalışırken içerden sekreter çıkıp gelmiş. Elindeki pusulayı kendisine
uzatırken; "Arkadaşınız çok meşgul, sizi şimdi içeriye alamam, sonra yine
gelirsiniz" demiş nezaketle.
Teşekkür etmiş adam. Çıkınca sekreterin
verdiği kağıt parçasını açıp okumuş. Kendi yazdığı notun arka yüzünde 'O ben
değilim' yazıyormuş !

Mesela liyakat ve ehliyet hemen herkesin
söz ettiği, ama ölçüsünün ne
olduğu pek belli olmayan muğlak bir konudur. Özellikle yönetici atamalarında bu
konu önemlidir. Fakat her nedense tam tersi o atamalarda bu kriterlere pek
riayet edilmez.
Gözlemlerim, bu konuda al gülüm ver
gülüm alış verişinin öne çıktığı yönünde. Bazen de bir yakinin referansı, aynı
ekipte olma, etkili bir kulis grubu, hemşehrilik veya akrabalık çok daha
belirleyici olabiliyor.
En adi olanı üst yöneticilere yağcılık,
elayak öpme vb. davranışlar. Belki başarılı da olabiliyorlar ama bu hal hiç
şüphesiz diğerleri tarafından da açıkça görüldüğü için daha en başta itibarsız
hale geliyorlar. Liyakat ve ehliyet söz konusu olmadığı için de yönetimlerine
saygı duyulmuyor.
Oysa yöneticilik büyük ölçüde bir saygı
ve itibar işidir. Başarı için çevreye korku dalgaları salmaksa hiç işe yaramaz.
Yöneticinin yüksek sesli olmayan içten sevgi haleleriyle çevrili olması en
iyisidir.
15 yıl Mecliste danışman ve yönetici
olarak görev yaptım. Herhangi bir ehliyet ve liyakatı olmadığı halde
kendilerini devletin her makamında hayal edebilenlerle ilgili bazen komik bazen
de hayret verici pek çok hikaye biliyorum.
TBMM de bir Milletvekili odasında
ziyaretteyim. İçeriye birisi girdi. Kendisini falan kişinin gönderdiğini
söyleyerek Özelleştirme idaresine uzman olarak atanmak istediğini söyledi.
Milletvekili halen ne iş yaptığını sordu, şahıs polis memuruydu. Milletvekili
özelleştirme idaresinde uzmanın ne iş yaptığını sordu, buna da bilmediğini
söyleyerek cevap verdi.
Hayretle konuşmayı izliyordum.
Milletvekili ise alışkındı, bana "bak işte gör, nelerle uğraşıyoruz"
dercesine traji komik tiyatrosunu oynamaya devam etti: "Bilmediğin bir işe
nasıl uzman olabilirsin ki?"
Cevap tam bir cahil cesaretiydi:
"Herkes anasının karnında öğrenmedi ya gider öğreniriz” dedi polis memuru.
Vekil “tamam canım, bakarız” deyip kibarca görüşmeyi sonlandırdı ama hafif
sinirlendiğini de gizlememişti doğrusu.
Yine bir gün meclis kulisinde bir sayın
bakanın etrafındaki vekillere nasıl dert yandığına şahit olmuştum. Yeni
hükümetin taze bakanlarından biriydi ve daha ilk günlerde bunaldığı
anlaşılıyordu. Stresini atmak için etrafındakilere komik bir fıkra anlatır gibi
bir olay anlattı:
"Kıramıyacağım bir vekilden
referanslı özgeçmiş gelmişti. Açtım okudum. Adam memur, ama Devlet Malzeme
Ofisinde Genel Müdür olmak istiyormuş. Önce anlayamadım, herhalde Devlet
Malzeme Ofisi Genel Müdürlüğünde şeflik filan bir görev istiyor zannettim.
Söyledim özel kaleme çağırdılar.
Adam gerekten memur ve gerçekten de
Genel Müdür olmak istiyormuş. Şaşırdım: "Önce bir şef yapalım seni"
dedim. Adam "hayır, hayır !" dedi, "Şeflik sınavla, yönetmeliğe
göre görevde yükselme sınavına girmek gerekiyor."
Sinirlendim tabi "Kardeşim, şeflik
sınavla da, bunun daha Müdürlüğü, Daire başkanlığı, Genel Müdür yardımcılığı
var. Sen nasıl hop diye Genel Müdür olmak istiyorsun."
Verdiği cevap çok ilginçti:"Genel
Müdür olmak için sınava ihtiyaç yok ki, siz direk atayabiliyorsunuz !"
Bakan ne yaptı bilmiyorum. Ama o gün
etrafındakilerle birlikte bol kahkahalı saatler geçirdiği muhakkak. Bense
“Güleriz, ağlanacak halimize” deyip lahavle çektim bol bol.
Evet, değişim kaçınılmazdır, ama ona direnç de en az onun
kadar kadim bir davranıştır.
İster memur olsun ister sıradan bir insan; herhangi
bir değişim söz konusu olduğunda üç tip standart tavır geliştirir.
İlkinde, değişime karşı ilgisiz ve
duyarsızdır. Değişim onun dışındadır ve ilgilendirmemektedir.
Ancak, değişim er geç ona da gelip
çatacaktır. Bu sefer en ateşli muhaliftir bizimki. Mevcut statüsünü ve durumunu
tehdit etmektedir çünkü. Belirsiz ve karanlık bir geleceğe götürecektir
kendisini. Elinden gelen tüm çabasını karşı çıkmaya, hatta işin özünü
şaşırtmaya harcar.
Ne var ki, değişim durmaz. Artık bütün
duvarlarını yutmuş, onu da içine çekmiştir. Bu kez değişim içinde kendine bir
yer açmaya çalışır tüm gücüyle. Bulduğu mevziyi siper haline getirir. O
değişimin getirdiği yeni halin en önde gelen müdafii olmuştur.
Değişimin asıl olduğunu, değişim içinde
değişmenin kaçınılmazlığını anlamak istemez. Halbuki uyum göstermekten başka
şansı yoktur. Aslında bu davranışın daha akıllıca olacağını bir türlü
kabullenmez.
Çünkü habire yeni gelecek değişim
dalgalarına direnmenin, durumunu müstahdem mevki haline getirmenin hazırlığı
içindedir. Bu döngü böylece sürüp gider...