14 Nisan 2015 Salı

223 14 Nisan 2015 Salı 08:30 ANKARA HASTALIKLARI.....................Ankara'yı didiklemek (3)

Ankara'yı didiklemek (3)

Siyasetin neden bu kadar ülke gündeminin ilk sırasında yer aldığını, her ortamda ve her katmanda neden bu kadar çok konuşulduğunu anlamaya çalışıyoruz.

Farkında mısınız siyaset ve politika hayatımızda gereğinden fazla yer tutuyor. İnsanlar siyaset geyiği olmadan sohbet edemez oldu. Acaba nasıl oluyor da kahvede, işyerinde, evde konu hep dönüp dolaşıp siyasete geliyor ? Bir tür gıybet ve dedikodu sayılabilecek bu çene çalma alışkanlığı iyi mi, kötü mü ?

Eskilerin deyimiyle seçim sath-i mailine girdik. Bu konuların gündemde olması, toplumda genel bir heyecan, renk ve dalgalanma oluşturması normal. Aksi bir durum kötüye işaret olurdu. Ancak, çevrenize bir bakın, sanki sürekli seçim varmış gibi içten içe kaynamıyor muyuz ?

Hadi gazeteleri, televizyonları hatta sanal dünyayı anlayabiliyoruz. Onlara sürekli didikleyebilecekleri bir alan lazım. Politikacıların işi zaten bu. Toplumu ne kadar istim üstünde tutabilirlerse o kadar ayakta kalabilirler. Bu onlar için adeta hayat memat meselesi. 

Ancak edebiyatla, sanatla meşgul olması beklenen şairlerimiz, yazarlarımız, sanatçılarımız bile siyasal bir söylem içinde. İşadamlarımız siyasi beyanatlar veriyor, bürokrasi içinde politikaya bulaşmış acımasız bir kaynaşma var. Nispeten okumuş, kültürlü insanların yeni oyuncağı sanal dünyada kılıçlar çekilmiş, küfrün, hakaretin, yalan ve iftiranın bini bir para. Bütün bunlar acaba siyasetin yetersizliğinden, kötü oluşundan mı kaynaklanıyor yoksa tam demokrasi denilen topyekun katılımın post modern ayak seslerini mi işitiyoruz ? 

Ankara başkentimiz. Cumhuriyetimizin, demokrasimizin merkezi. Doğal olarak siyasetle bir anılıyor. Dolayısıyla da hem kendi içinde hem de dışardan kıyasıya didiklenen, gagalanan talihsiz bir şehir o. Çok garip ! Hem eleştirilen, hem de oraya hakim olabilmek için her katmanda mücadele verilen bir kızıl elma sanki.

İnsanımız sürekli harala gürele bu politik mücadelenin etkisinde ve gergin. Bazılarında bu hal psikosomatik bir aşamaya geçmiş görünüyor. Onları tanır bilirsiniz; sıra kuyruğunda, otobüste, kafeteryada sürekli vızırdayıp dururlar. Adeta canlı bomba gibiler. Biri "sen ne diyorsun ?" deyiverse al sana olay. 

Dişler kenetlenmiş, biri kin ve nefretinden kızarmış, öbürü sabrından çatlamak üzere. Siyaset yada politika kendimizi kaybedecek kadar matah bir şey mi yani ?

Acaba bu duruma iddia edildiği gibi gerçekten ülke seçmeninin bir elmanın tam ortasından ikiye bölünmüş olması sebep olmuş olabilir mi ? Mücadelenin tam da atbaşı seyrettiği, kazanmanın ya da kaybetmenin kılpayı mesabesinde birbirine yakın olduğu bir dönem mi yaşıyoruz ? 

Siyaset devlet işlerini düzenleme, idare ve yürütme yolu, yöntemi, sanatı olarak tarif ediliyor. Aslında oldukça ciddi, ölçülü bir iş, kuralları var. Saygınlık gerektiriyor. Ama ne gariptir ki kökeni arapça ve seyislik yapmaktan geliyor. Yani bir nevi at bakıcılığı. Ancak, at bakıcılığının zamanın ferrari servisi gibi uzmanlık ve ehliyet gerektiren saygın bir meslek olduğunu da unutmayalım.

Politika (Policy) ise, belli bir amaca varmak üzere farklı yöntemler kullanarak yol alma ve işini yürütme olarak biliniyor. Öyleyse toplum ve devlet yönetimine talip olmak da bir bakıma böyle bir misyona talip olmak demek. İster iktidar olsun ister muhalefet amaç hep aynı; demokrasi parkurunda yarışan, koşan ve kazanan atlara sahip olmak. Bu alanda konuşanların, örgütlenen ve çalışanların en azından bir at bakıcısının meziyetlerine sahip olması gerekmez mi ? 

Değilsek, siyaset gibi saygın bir alanı kolayca dilimize dolamanın, istihza etmenin, dedikodusundan zevk almanın altında yatan nedir ? Belki de bu konuyla bu kadar haşır neşir olmamızın sebebi siyasetle politikayı karıştırıyor olmamızdır. Çünkü, günümüzde siyasetle politika çok zaman içiçe geçmiş durumda ve doğal olarak aynı anlamda kullanılıyor. Ancak, farkında olsak da olmasak da politikanın siyasete göre daha sevimsiz, daha avam bir imajı var. 

Politikanın karşısındakilerin duygularını okşama, zayıf noktalarından ya da aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanma gibi kulağa pek de hoş gelmeyen yönlerini düşünürsek bu yargı haksız sayılmaz.

İlaveten politikanın birbirine karıştırılan daha farklı biçimleri de var. Örneğin bir hükümetin, şirket, kurum veya kişinin görüş, felsefe, amaç ve tutumunu belirli bir şekilde ifade etmesi de bir nevi politika. Bu görüş, felsefe veya amaç doğrultusunda uyguladığı hareket planları da. Mesela insan kaynakları politikası, satış politikası ya da ekonomi politikası gibi.

Ancak politika denince çoğunlukla, devlet gücünü (yani iktidarı) ele geçirmek için yürütülen örgütlü mücadeleyi anlıyoruz. Sonuçta bu uğraş, ya kendi ya da temsil ettiği inanç/görüş/çıkarları devlet çerçevesi içinde ve devlet gücüyle, tüm topluma hatta diğer devletlere kabul ettirilmesi için yapılıyor.

Belçikalı siyaset kuramcısı Chantal Mouffe, agonistik siyaset ve radikal demokrasi teorileriyle dünyayı algılama biçimimizi zorlayan düşünürler arasında bulunuyor.12 Mart'ta Bilgi Üniversitesi'nin davetlisi olarak bir seminer vermek üzere Türkiye'ye geldi. 

Konu demokrasi fikrinin imkânsızlığı, sol-sağ ayrımının muğlaklaşmasının etkileri, Avrupa krizi, İspanya ve Yunanistan'da yaşanan gelişmeler ve Türkiye'nin kutuplaşmış siyasal ikliminde agonistik bir siyaset ihtimalinin mümkün olup olmadığı idi. Mouffe özetle şunları söylüyor: "Siyaset üzerine konuşmaya başladığımızda, öncelikle neyin siyasal olduğu üzerine konuşmamız gerektiğinin farkına varmamız gerekiyor. 

Siyasetin ne olduğu veya ne olması gerektiği üzerine iki ana görüş ve anlayış bulunuyor: Dissosiyatif anlayış ile assosiyatif anlayış. Assosiyatif anlayışa göre; siyaset insanların toplu hâlde hareket edebilecekleri ve bir konsensüse erişebilecekleri bir alan olarak kabul edilir. Bu anlayışı temel alarak düşünürseniz, hedef bir konsensüs sağlamaktır. Antagonizmin kaçınılmaz olduğunu kabul eden dissosiyatif anlayışı temel alırsanız ise demokrasinin amacının konsensüs sağlamak olduğunu iddia edemezsiniz. Zira siyaset alanında daima çatışma olacağından konsensüs sağlanmasının imkânsız olduğu görüşünden yola çıkıyorsunuzdur. 

Bu durumda, demokrasinin amacı konsensüs sağlamak değilse, ne olabilir? Demokrasi, çatışmayı toptan yok edecek otoriter bir yola başvurmadan bu çatışmalarla nasıl baş edeceğimizi ve böylelikle benim agonistik yüzleşme diye tarif ettiğim duruma ulaşmamızı sağlayacak yöntemdir. Agonistik yüzleşmede, karşıt taraflar birbirini yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil, rakip veya hasım olarak görürler. Rakip kavramı, benim kullandığım bağlamda, agonistik çatışmanın varlığını göz ardı etmez, siyasetin özünde hegemonik bir alan olduğu fikrini yalanlamaz. Demokrasi, benim tanımıma göre, antagonistik çatışmanın ortaya çıktığı durumlarda bunun antagonizmaya değil, agonizmaya dönüşmesini sağlayacak yöntemdir."

Bunları söyleyen kişinin Post-Marksist bir gelenek sahibi olduğunu ve “geleceğin demokrasisi” kavramı üzerinde düşündüğünü belirtmekte yarar var. Neticede çıkış yolunu çatışmada gören marksist yaklaşıma karşılık, bu yüzleşmenin, karşıt tarafların birbirini yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil de rakip veya hasım olarak görmeleriyle sonuçlanacağını anlatıyor. Bu öngörünün demokrasinin beşiği saydığımız batıda, üstelik bir marksistin ağzından çıktığını unutmayalım. Bizim bu gerçeği görmemiz için illa batıdan mı ilham almamız gerekiyor ? Ya da bu konuda Amerika'yı yeniden mi keşfedelim ?  Siyaset ya da politika, hadi dilimizden düşmeyen ülke için, halkımız için, dava veya ideolojimiz için birbirimizi yemeğe daha ne kadar devam edeceğiz ?  Uluorta, bilir bilmez, haklı haksız demeden siyaset/politika dedikodusuna odun taşımak bu ülkeye ve geleceğimize zarar vermiyor mu ? 

Mesela yeni edebiyatımızın son derece yetenekli genç bir yazarı eleştiri ile düşmanlık arasındaki ince çizgiyi nasıl da zorluyor. Ona göre "Hükümetin en önemli hatası Türkiye’yi tüm unsurlarıyla bir bütün olarak benimseyememek,  ‘biz ve onlar’ diye ikiye bölmek. Milletin yarısını dışlamak, yarısını ise kenetlemek. Bunu yaparken dini kullanmak. ‘Bizden olmayanlar din düşmanı’ havası yaymak. Demokratik yani çoğulcu, şeffaf, katılımcı seyirden sapmak. Eleştiri kabul etmemek" miş !

Oldukça önemli ve vahim suçlamalar bunlar. Doğruysa düşündürücü, dayanaksızsa sahibi için kuşku uyandırıcı. Şimdi bu suçlamalara tek tek bakalım.

Hükümet gerçekten "Türkiye’yi tüm unsurlarıyla bir bütün olarak benimseyemiyor mu?" Bence Ak partinin dışlanmışları toplayıp iktidara gelişi ve her seçimde daha fazla oyla % 50'lere yükselişine bir daha bakmak lazım. Sadece kenardan merkeze yürüyüşü, her seferinde daha fazlasıyla gelip merkeze yerleşmesi bile  bu iddiayı havada bırakıyor.

Ha, başlangıçta değil ama sonradan böyle oldu deniyorsa, bu görüntüyü belki gerçekten iktidar olmaya doğru yürüyüşte 12 yıllık sürecin ilk yarısında geçirilen badireler şekillendirmiş olabilir. Ürkek ve tedirgin yıllardan sonra tabi ki buna ulaşmanın doğal bir sonucu olarak özgüven kazandılar. Dahası, özellikle 2011 den itibaren başta gezi olayları olmak üzere olup bitenlere karşı gittikçe sertleşen bir dik durma refleksi gelişti. Buna bağlı karşı ataklar ve peş peşe gelen seçimlerin %51'i hedefleyen kampanyaları da eklenince böyle bir görüntü verilmiş olabilir. 

Kabul edelim ki, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine giden süreç sadece Ak parti tabanıyla sınırlı kalmadı. Daha fazlası lazımdı ama, onları bu hedefe kenetlemek de gerekiyordu. 

Yine de milleti ‘biz ve onlar’ diye ikiye bölme, yarısını dışlama, diğer yarısını kenetleme" suçlaması politikanın tabiatına ters.  Sonuçta kazandılar değil mi ? Kazananlarsa asla bölen, iten, küçülenler olmaz. Aksine bütünleştiren, toplayan ve büyüyenler kazanabilir. 

O nedenle bu tür suçlamalar olsa olsa, kendini kaybeden tarafta görenlerin duygularını yansıtıyor olabilir. Keşke sandık sonuçlarına daha saygılı, demokratik bir olgunluk içinde olabilseler.

Ancak, rahatsızlıklarını yeni bir tür irtica kavramıyla "Bunu yaparken dini kullanmak. ‘Bizden olmayanlar din düşmanı’ havası yaymak" şeklindeki bir suçlamayla dile getirmek biraz fazla ileri gitmek oluyor bence. Ak partinin kökenlerinden aldığı muhafazakar sinerjiyi yok sayamayız. Ancak, din üzerine parti kurma, politika yapma ve sadece bu söylemle hareket etmeyi daha başta bir kenara bırakmışlardı. Bu güne kadar da yapıp ettikleri ortada. Muhafazakar demokratlığın gereği olan tavır, söylem ve işler dışında radikallik sınırını zorlamadılar. Muhaliflerin itirazlarına karşılık, kendisine oy veren kitlelerin beklenti ve kabüllerine göre hareket etmeleri ise son derece normal. Ne yani onlara rağmen aksine mi davransalardı ? 

Ancak "bizden olmayanlar din düşmanı" söylemini yetkili ağızlardan hiç duymadım. Bu açık iftirayı haklı çıkaracak bir davranışlarını görmedim. Tabanda çeşit çeşit insan var, şayet bu tür şeyler oluyorsa her insaf sahibi kabul eder ki, böyle münferit örneklerden genelleme yapılamaz. Bu tür suçlamaların gerçek bir karşılığı olmadığını düşünüyorum. Geçmişten gelen eski Türkiye'nin kalıntıları bunlar. Dini kullanmak ve din düşmanlığı üzerinden politika yapmak artık çok gerilerde kaldı. Tıpkı, dini yok saymak, din düşmanlığı ve laikçilik yapmak gibi. Sanki burada eskilerden hatırladığımız bir "irtica" vehmi ve sayıklaması var gibi. Dikkatli olmak lazım.

İktidarın "Demokratik yani çoğulcu, şeffaf, katılımcı seyirden saptığı, eleştiri kabul etmediği" suçlamaları ise dikkate almaya değer konular. Bence burada her güçlü iktidarın başına gelebilecek bir nasırlaşma söz konusu. Kazandığı güç ve özgüvenle kendi kendine yeter bir alan oluşturdu. Ne yapabiliriz, nasıl yapmalıyız süreçleri geride kaldı. Artık yapmak istediklerini bir bir gerçekleştirmeye odaklanmış durumdalar.

Bu alanın dışında kalanların sızlanması ise daha da doğal. Ancak, kendilerinin olmadığı yerde demokrasi yok, çoğulculuk bitmiş diye düşünmeleri yanlış. Katılımcılık sadece kendileri varsa mı olan bir şey ? Pek tabi ki dışardan gazel okudukları için dikkate alınmayabilirler ama, bunu eleştiriye tahammül etmemek olarak algılamamaları lazım. Bu konuda azıcık bir empati sorunu çözebilir. Kendileri gelse ne yaparlardı ? Şüphesiz eleştirdiklerine göre çok daha olumlu hareket edeceklerine dair bir iddiaları da var demektir. Muhalefetin anlamı bu değil mi; "Ben daha iyi yaparım."

Genç yazarımız Hükümetin en önemli hatalarını "Türkiye’yi tüm unsurlarıyla bir bütün olarak benimseyememek, ‘biz ve onlar’ diye ikiye bölmek. Milletin yarısını dışlamak, yarısını ise kenetlemek. Bunu yaparken dini kullanmak. ‘Bizden olmayanlar din düşmanı’ havası yaymak. Demokratik yani çoğulcu, şeffaf, katılımcı seyirden sapmak. Eleştiri kabul etmemek." şeklinde peşpeşe sıraladıktan sonra "Bu durumun ne gibi toplumsal sonuçları oluyor?" sorusuna bakın nasıl cevap veriyor.

"Dünya artık kozmopolit bir şehir görünümünde. Pencereden komşuyla konuşur gibi Meksika’yla, Hindistan’la konuşuyoruz. 2013’te, 1 milyar 100 milyon insan bir ülkeden diğerine seyahat etti. Herkes farklı inançları, kültürleri tanıyor. Siz eğer İslam’ı ticarete, siyasete, suça, saltanata alet etmeye devam ederseniz; orta sınıftan, diplomalı, liyakat sahibi insanlar isyan eder. Size yalnızca eğitimsiz ve muhtaç insanlar tâbi olur. Bu yoksul nüfusun yoğunluğu nispetinde taraftar bulursunuz. Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir."

Yani lafı şuraya bağlıyor: "orta sınıftan, diplomalı, liyakat sahibi insanlar isyan eder.Size yalnızca eğitimsiz ve muhtaç insanlar tâbi olur. Bu yoksul nüfusun yoğunluğu nispetinde taraftar bulursunuz. Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir." Yani siz kölelerle kalırsınız, size ancak cahiller oy verir, zamanımızın burjuvası ise doğal olarak karşınızda durur. 

Diyalektik açıdan anlamlı cümleler bunlar. Son elli altmış yılda sağ politikaların dayandığı ana damar Anadolu'nun merkezin dışında tutulan eğitimsiz ve muhtaç insanları oldu.

Ama süreç ilerledikçe ezber bozan farklı şeyler de oldu. Eğitimsiz denilen bu kitlelerin çocukları evlatlarını okutmak isteyen anne babaların omuzlarında üniversite kapılarında göründü. Tarım ve hayvancılıkta karnını doyuramayan insanlar köylerden kentlere hareketlendiler. Bu ülke yarım yüzyıl süren bir gecekondu ve varoş gerçeği yaşadı. Sonuçları giderek azalmakla birlikte hala canlı ve etkili.

Bu arada Anadolu sermayesi de büyüyüp gelişti. Tarımdan, hayvancılıktan, esnaflıktan Kobi'lere, ticaretten İhracata, zanaatkarlıktan sanayiciliğe dönüştüler. Bazıları da giderek holdingleşti, uluslararası inşaat firmaları dünyaya açıldılar. Anadolu'nun  dindar, eğitimsiz, muhtaç insanları sadece şehirli olmadılar, o kentlerin siyaset dahil her alanında etkili olmaya başladılar. Çalıştılar, para kazandılar, mevki makam sahibi oldular. Mal mülk edindiler. Emekli oldular. Varoşlardan kentin merkezine doğru yayıldılar.  İşte rahmetli Özal'ın deyişiyle "Orta direk" in hikayesi buydu.

Unutulmamalı ki, günümüzde okumuş, köyü bilmeyen ama internet yoluyla dünyayı avucunda tutan, akıllı cep telefon sahibi gençler onların torun torbası. Genç yazarımız dahil bugünün diplomalı, liyakat sahibi orta sınıfı, yazarımızın ifadesiyle 'toplumun merkezine yerleşmiş' bu kitleler artık sapla samanı birbirinden ayırabilecek olgunluktalar. Ayrıca geçmişten gelen değişim süreci ve her alanda yenilenme de devam ediyor.

Şimdi gelelim söylediklerinde anahtar kelimelere. Ne diyordu genç yazarımız "Siz eğer İslam’ı ticarete, siyasete, suça, saltanata alet etmeye devam ederseniz…" Ne olurmuş ? "orta sınıftan, diplomalı, liyakat sahibi insanlar isyan eder. Size yalnızca eğitimsiz ve muhtaç insanlar tâbi olur. Bu yoksul nüfusun yoğunluğu nispetinde taraftar bulursunuz. Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir."Yani bütün bunlar "İslam’ı alet etmek" le bağlantılıymış.

Bir an için başımızı kaldırıp kürenin diğer yüzlerine de bakalım. Dünyanın ya da tarihin her noktasında yalnızca alet edilecek bir "İslam" yok. İslam dünya nüfusunun sadece dörtte biri, hadi diyelim etki alanı bakımından üçte biri, gerisi ne oluyor ? Çin'de, Kore'de, Hindistan'da, Rusya'da, Güney Amerika'da hatta Avrupa ve Amerika'da çeşitli amaçlar için kullanılan hususlar yok mu ? Olmaz mı, kullanma, istismar ve alet etme her alanda, her coğrafyada, her kültürde var. Bu bazen din, bazen korkular, bazen umut bazen de bilim olabiliyor. 

Yine ülkemize ve tarihimize bakalım. Atatürk'ün arkasına sinerek ilgili ilgisiz onu kalkan yaparak bir nevi "alet etme" fiili gerçekleşmiyor mu ? Televizyon vaizliği ile tartışılmaz bir bilim hegamonyası arasında ne fark var ? Böyledir, denilerek "söyletmen, vurun" davranışı sadece "İslam" söz konusu olduğunda mı geçerli ?

Haksızlık etmeyelim. İstismar insanlık tarihinin ve günümüz hayatının her alanında olabiliyor. Bu geçmişten beri böyle ve tabular değişse de onu kullanacak insanoğlu hep var olacak. Bunu sadece Türkiye'deki bir harekete ve İslam'a bağlamak -haydi kasıt demeyelim ama- dar görüşlülüktür. 

Öte yandan herhangi bir şeyi alet eden zaten onun münafığıdır. Neden mi ? Çünkü münafıklık dışı başka içi başka olmak demektir. Mesela, demokrasiyi, demokratlığı, emeği, eşitliği, insan ve kadın haklarını dillerinden düşürmeyenler gerçekte farklı şeyler yapıyorlarsa, bu nedir ?  Hele ki mü'min insan, inancını hırsına, emellerine alet edebilir mi ? Bunu yapıyorsa zaten inancında bir sorun var demektir. Bilmeden, farkında olmadan yapıyorsa onu uyandırmak gerek. Anladığında tövbe edip pişman olması beklenir. 

Şimdi, gelelim şu "Siyasi varlığınız eşitsizliğe, her bakımdan sefalete bağlı hale gelir" hükmüne. Bizim bildiğimiz eşitsizlik, yoksulluk ve sefalet siyasi açıdan "proleterya" umudunun kaynağıydı.  Buralarda eşelenenler, devrim hayal edenler, sol bir bilim ve edebiyat üretenler sanki bu yanda değil de diğer tarafta değil miydiler ? 

Hani onlara göre bu yandakiler kalantor, kapitalist, sağcı, yağcı, egemen çevrelerdi ? Tersinden gidersek "eğitimsiz ve yoksul nüfustan taraftar bulmak, eşitsizliğe ve sefalete bağlı bir siyasi varlık" bizatihi bu olguları alet etmeye mi bağlı ? O zaman solun var oluşunu da tartışmamız gerekir. Yok, ben ikna olmuş değilim. Başlangıçta çok parlak gibi görünen bu sözlerde ciddi sorunlar var diye düşünüyorum.

Bir kez daha "Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması" kitabının yazarı Doc. İdris Küçükömer'i anıyorum. O "Türkiye'de sağ sol, sol da sağdır. Türkiye'nin "solcuları" gericidir. Türkiye'nin ilericileri "sağ" cenahta görülen geniş İslamcı halk kitleleridir." demişti. 

Bu sözlerin daha 70'lerin başında söylendiğini ve hemen de boğulmak, üstünün kapatılmak istendiğini hatırlayalım. Kimsenin söylemeye bile cesaret edemediği fikirlerinden dolayı İdris Küçükömer maalesef büyük bir ambargoya maruz kalmış ve yok sayılmıştı.

Düzenin Yabancılaşması adlı eseri ilk kez yayınlandığı 1969 yılında bütün siyasi kavramları altüst etmiş ve şok etkisi yaratmıştı. Kitap adeta ilerici-gerici, sağcı-solcu denkleminin yerlerini değiştirmişti. 

İdris Küçükömer'e göre Türkiye'nin solcuları gericiydi ve halkı yönetilecek koyun olarak görüyordu. Türkiye'nin ilericileri ise sağ cenahta görülen muhafazakâr, geniş İslamcı halk kitleleriydi. 

Buyrun buradan yakın ! Ne dersiniz ? Bence aradan geçen 45 yıla rağmen bu tespitler hâlâ ilk günkü tazeliğini koruyor. Düzenin Yabancılaşması kitabı Türkiye'nin meselelerine kafa yoran herkesin okuması ve üzerinde düşünmesi gereken bir eser.

Bu arada yazımızın başında sorduğumuz soruların hala geçerli olduğunu belirtmeliyim. Belki politika ile siyaseti bu kadar ölçüsüzce birbirine karıştırmamakla başlayabiliriz. Bu gerçekten de hem ülkemize, hem Ankara'ya, hem de siyaset kurumuna büyük bir haksızlık. Diğer taraftan elmanın iki yarısı gibi durduğumuz bu anda bir yüzleşme gerekiyor, bu kaçınılmaz. Ancak, birbirimizi yok edilmesi gereken bir düşman olarak değil de rakip veya hasım olarak görmek neden bu kadar zor olsun ki ?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder