27 Ocak 2015 Salı

214 27 Ocak 2015 Salı 09:30 KAYIP DEFTER'den.............................Yine vukuat, yine olay

Yine vukuat, yine olay


Kayıp TV
Yurtta vukuat hiç bitmiyor. Şimdi de bir televizyonumuz çalınmış. Bu mevsimde battaniye, nevresim hırsızlıkları olağan sayılıyor ama, bir televizyon; "yok artık !" dedirtecek cinsten. 

Mecburen tahkikata başladık. Biz Denizli'deyken gerçekleşmiş olmalı. 3.Blokun kantin salonundan alınmış, arkaya bakan pencerelerden götürüldüğü anlaşılıyor. Gören bilen yok. Memurların ifadesini alıyoruz ama oradan da bir şey çıkmıyor. Geceleyin olmuş, herkes şaşkın.

Jandarmaya bildirmek zorundaymışız. Onlara göre adiyattan bir hadise olduğu için de Görükle karakoluna gitmeliymişiz. Mecburen telefon ediyoruz, genç bir çavuş "gelin" diyor. Bir yardımcımla öğleye yakın bir saatte gidiyoruz. Karakol Görükle beldesinin kuzey doğu kıyısında, kampüse bakan bir noktada. Bahçeye bir kameliye bir de küçük havuz yapmışlar. Bizi orada karşıliyorlar. Bir taraftan çay içiyoruz bir taraftan derdimizi anlatmaya çabalıyoruz.

Zor oluyor tabi. İki kişiler, biri başçavuş diğeri çavuş. Askerin biri gidiyor öbürü geliyor. Selam verme, tekmiller filan başta renkli geliyor. Ancak, bir süre sonra farkediyorum ki karşımdaki genç komutan, "buranın kıralı benim" edasıyla davranıyor. Galiba bir seronomi içindeyiz. Zamanları da bol; "nerelisiniz, orda bir hemşerim vardı, demek Ankara'dan geldiniz…" gibi alakasız uzayıp giden bir muhabbetten, alaycı tavırlardan sıkılmaya başlıyorum. "Kısa keselim de işimize bakalım" rahatsızlığımı onlar da farketmiş olmalılar ki nihayet ortaya bir daktilo geliyor. Bir asker şikayetimizi zapta geçirmeye başlıyor.

Klasik "ananın adı, babanın adı,…" soruları peşpeşe geliyor. Daktilo tıkırtıları eşlik ediyor bu sahneye. Neredeyse televizyonu biz alıp götürmüşüz gibi yarma sorular bunlar. Anlatıyoruz "..işte, bir gece alıp götürmüşler, yok kapıdan çıkmamışlar, öyle olsa gören biri olurdu. Gece vakti dikkat çekerdi elbet. Kottan dolayı arka pencereden çıkarmış olmalılar. Yok canım memurlar öyle şey yapmaz. Bildik hırsız da değildir. Olsa olsa ev tutan öğrencilerdir. Daha önce Bursa'daki bazı öğrenci evi aramalarında bol bol yurt battaniyesi, nevresimi çıkmamış mıydı ? Bu da öyle işte. Evlerini yurttan aşırdıkları malzemeyle donatıyorlar. Görükle'de böyle çok sayıda öğrenci evi var…"

Olayı anlatmaya, kanaatlerimizi ifade etmeye çalışıyoruz. Onlarsa habire konuyu bize getirip yineliyorlar: "Şüphelendiğiniz biri var mı ? Neden tedbir almadınız ? Sorumlusu kim ?" Hasbinallah ! Hafiften asabım gidip gidip gelmeye başlıyor. Neredeyse "Televizyonu siz çaldırdınız, kim çaldı söyleyin" diyecekler. Aklıma hocanın fıkrası geliyor:

Bilirsiniz ya, bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği çalınmış. Can sıkıntısı içinde durumu komşularına anlatınca her kafadan bir ses çıkmaya başlamış. Birisi : "Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi bir kilit takmadın sanki ? " Bir başkası : "Evine hırsız giriyor da senin nasıl haberin olmuyor ? " diye konuşmuş. Bir diğeri de : "Hocam demiş, kusura bakma ama eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın bile yok. Nerden baksan dökülüyor." Hoca kızmış : "Yahu demiş, iyi, güzel de kabahatin hepsi benim mi ? Hırsızın hiç mi suçu yok ?"

Asker bütün cidiyetiyle daktilonun başında. Ben artık taşmak üzereyim. "Nihayetinde bu televizyon bir devlet malı. Yapanları yakalarsınız artık. Sizden haber bekleyeceğim" diyor kalkıyorum. Komutan ciddi bir edayla cevap veriyor "O o kadar kolay değil, bunun kovuşturması var, yazışması var. Hem zaten bir zanlı da yok ortada. Bakacağız…"

Artık işin rengi iyice anlaşıldı, burdan sonuç çıkmayacak. Civatalarım gevşiyor, hafif arkama dönüp kapağını hoplatan fokurdamış bir tencere gibi kıkırdıyorum. Ayıp olmasın diye de bir kaç kez öksürüyorum. Ama genç komutan fark etmiş, dikkatle yüzüme bakıyor. Arkasına yaslanırken iğneli bir tavırla soruyor "Hayrola Müdür bey ? Bizim kaçırdığımız bir şey mi var ? Anlatın biz de gülelim."

Lafı değiştirmeye çalışıyorum: "Ya komutan ! Sizin işiniz de zor yani, böyle çok vaka geliyordur size. Yok şu çalındı, yok bu çalındı. Hırsızlarla uğraşmak zor. Öyle değil mi ?" Böbürlenerek yüksek perdeden konuşuyor: "Yok, daha çok kız kaçırma, kavga, bazen de sığır hırsızlığı. Buralarda uçan kuş bizden sorulur. Neden sordunuz ?" 

Daha fazla gülmemek için kendimi zor tutuyorum: "Hiiç, doğrusu çok haklısınız. Bu genç yaşta bayağı tecrübeli görünüyorsunuz ayrıca. Bravo yani." Neyse ki asker zaptı çıkarıp önümüze koyuyor: "İmzalayın !" Emredersiniz komutanım çabukluğuyla imzalıyorum. Artık daral gelmiş durumda, bir an evvel oradan çıkmam lazım. Yoksa kendimi tutamayarak katıla katıla güleceğim.

Genç komutan ayağa kalkıyor, büyük bir ciddiyetle son darbeyi indiriyor: "Müdürüm, siz zanlıları bize bildirin, hemen alıp getiririz televizyonunuzu. Hiç merak etmeyin." Yardımcımla birbirimize bakıyoruz. Gözündeki bakışı gayet iyi anlıyorum. Deminden beri, yüzündeki muzip ifadeyi saklamak için ayaklarına bakıyor zaten. 

Kendimizi zor arabaya atıyoruz. Ayakta dikilen iki çavuş ve karakol arkada kalırken kahkahalarımızı salıveriyoruz birlikte. "Adama bak ya ? Biz bulup söyliyecek mişiz, o getiriverecekmiş ! Hah ha ha…" Yardımcım hem gülüyor hem de kesik kesik ateşe söz atıyor: "Müdür bey adamlar sığır hırsızlığında mahirlermiş, aslında bizim televizyonumuzun bir adı da inekti mi deseydik acaba ? Hah hah haaa…"

Yine bir gece baskını
Erkek Gagauz öğrenciler çoklukla televizyonu çalınan blokta kalıyorlar. Kızları da D Blokta toplaşmışlar. Biz ne kadar onları dağıtmaya çalışsak yine de onlar birbirinden kopmamaya çalışıyor. Onlara kızamıyorum, belki biraz da anlıyorum galiba. Gurbette bizim hemşehrilik tutkunluğumuz gibi bir şey bu.

Pamukkale gezisine katılan Nikolay vasıtasıyla benimle görüşmek istediklerini ilettiler. Kızlar da olsun diye mecburen kantinin üst katında akşam yemeğinden sonra bir araya geldik. Marıya Demirci, DomnıkıyaTaşoğlu, Saveliy Kuru ve Chris Tokmakci gibi isimleri hristiyan, soyadlari turkçe bunların. Aksanları da bize çok yakın, kelime ve gramer yapıları ise neredeyse dilimizle aynı. Oldukça da cana yakın ve sıcak kanlılar. Onlarla rahatlıkla oturup sohbet edilebiliyor. Ama dış görünüşleri genel olarak bizden çok farklı. Daha çok kuzey Avrupa insanlarına benziyorlar. Bazıları sarışın, açık tenli ve mavi gözlüler.

Aileleri karadenizin kuzeyinde Moldovya'nın bucak denilen topraklarında yaşıyormuş. Türk kökenli olduklarını, Gök oğuz boyundan  geldiklerini söylüyorlar. Zaten Gagauz kelimesi de gökoğuz sözcüğünü çağrıştırıyor. Sadece Moldavya / Moldova'da degil, Ukrayna, Bulgaristan ve Romanya'nin Dobruca bölgesinde de Gagauz varmış. Bunların da büyük çoğunluğu ortodoks hristiyan, çok azı ise yahudi imiş. Tarih bölümü öğrencisi Mihail, yahudi olanların hazar denizinin kuzeyinden gelen Hazarlar veya Harzamşahlardan olduğunu söylüyor.

"Bir sorununuz var mı ?" diye soruyorum. Söz alanların hemen hepsi önce bizim ilgimizden, yardımlarımızdan ve gösterdiğimiz abilikten ötürü teşekkür ediyorlar. Başta din farkı nedeniyle karşılıklı bazı sorunlar yaşadıklarını ancak kaynaştıkça bunların da artık geride kaldığını anlatıyorlar. Onları öğrenci olaylarının içine çekme gayretleri de olmuş. Dayanışmaları sayesinde hiçbir arkadaşlarını bu tuzaklara bırakmamışlar. Bursa'yı ve ülkemizi de çok sevmişler. Yalnız, yaz tatilinden sonra tekrar buraya dönebilecekler mi, gelseler bizi bulabilecekler mi ? Merak ediyorlarmış.

Hem sevindim hem de şaşırdım. Zira onca sıkıntıya rağmen yine de buraya gelme arzuları beni çok sevindirmişti. Ancak, benimle ilgili ne biliyorlardı ki ? Üst yönetimle yaşadığım sıkıntılar belli ki onlara kadar ulaşmıştı. Dilim döndüğü kadar herhangi bir sorun yaşamayacaklarını, seneye inşallah yine beraber olacağımızı söyleyip onların ne bildiğini anlamaya çalıştım. Sonunda anlaşıldı ki Sakarya Üniversitesinden bir Gagauz öğrenci ziyarete gelmiş bunlara. Benim yurttan ayrılıp üniversiteye geçeceğimi ondan öğrenmişler. Şaşırdım, ama insanda bu dil olduğu sürece hiçbir şey uzun süre gizli kalamazdı zaten.

Sohbet renkli ve doyurucuydu. Bir taraftan konuşmuş, bir taraftan da masadaki çeşit çeşit nevaleden atıştırmıştık. Masadan kalkıp çıkmaya yöneldiğimde Mariya yanıma yaklaştı, hareketlerinden özel bir konu olduğunu anlamıştım. Arkadaşlarıma veda ettim, biraz ilerledik. 

Mariya o kendine özgü türkçesiyle; yurtta bazı sol grupların eylem hazırlığı içinde olduğunu, bunu odasındaki iki kızın aralarında konuşmasından tesadüfen duyduğunu, beni sevdiklerini ve kendime dikkat etmem gerektiğini anlatıyordu. Ona teşekkür ettim, merak etmemesini artık bu yurtta böyle şeylerin olmayacağını söyleyip lojmanlara yöneldim. Eve döndüğümde gece saat bir civarındaydı. Çok yorgundum ve kızın söyledikleri üzerinde uzun uzadıya düşünme gücüm yoktu.

Hemen uyumuşum. Sabaha karşı büyük bir uğultu ve zır zır ısrarla çalan telefon sesiyle fırladım. Hayırdır inşallah ! Telefondaki ses nöbetçi yönetim memuruydu ve yurda asker polis 400 kişilik bir güvenlik kuvvetiyle baskın yapıldığını haber veriyordu. Ellerinde arama emri varmış, içeri girmişler ve dışardan da bütün bloklar kuşatılmış.

Alel acele giyindim. Bir taraftan da söyleniyordum "İşler ne güzel yoluna girmişti. Bu da neyin nesi şimdi. Uyuyan ateşi yeniden harlatacaklar. Ne oldu, ne var ki ?"

Kantine indiğimde ortada subay ve müdürlerin bulunduğu bir kalabalık buldum. Yerde bir yığın kitap, broşür, afiş, dergi vb. vardı. Bir kenarda da iki jandarma gözetiminde beş altı öğrenci tek sıra dizilmiş duruyorlardı. Kalabalığa doğru yürüdüm, anlaşılan harekatın merkezi burası seçilmişti.

Bilenler yol açtılar, ortada duran omuzu kalabalık birine selam verip kendimi tanıttım. "Hoş geldin, günaydın müdürüm" gibi laflar duydum ama bunlar ağız ucuyla söylenmiş gibiydiler. Beni kaale aldıkları yoktu. "Neler oluyor ? Yurt neden aranıyor ? " diye sordum. Adam albaymış, kelimelerin üstüne basa basa "Müdür bey, İzmir'de başlatılan bir yürüyüşle ilgili olarak yurdunuzda bazı yasa dışı faaliyetler olduğu tespit edildi. Bu nedenle alınan arama izni ve valilik emriyle buradayız. Kusura bakmayın size haber vermeye zamanımız olmadı."

Bu kadar ! Yine ben yokmuşum gibi çevresine emirler vermeye devam etti. İçlerinden tanıdığım bir binbaşı ve emniyet müdürünün arasında duruyordum. Operasyon olanca hareketliliğiyle sürüyor, bense oradan kıpırdayamıyordum. Getirilen öğrenci sayısı yirmiye yaklaşmıştı. Ortadaki yığın ise gittikçe büyüyordu. Öylesine seyirci olmak hiç hoş değildi. Ancak yanımdakilere sorular yönelterek varlığımı hatırlatmaktan başka elimden bir şey gelmiyordu.

"Bu öğrenciler kim ? Ne yapmışlar ? Bu yayınlar neden toplanıyor ? Yasak yayın diye bir şey var mı artık ?" Onlar da kulakları albayda, fırsat bulduklarında bana cevap yetiştirmeye çalışıyorlardı. "Şüpheli bunlar, kimliksiz. Sizin öğrenciniz olduğunu da sanmıyoruz. Bol miktarda bildiri ve afiş hazırlandığı istihbaratını aldık. Ama aramayı yapan asker polis yasak olan olmayan ayrımı yapamaz, ne buluyorlarsa alıyorlar işte. Götürürüz bakarlar. Olmazsa geri göndeririz, sahiplerine iade edersiniz. Bazı terör grupları İzmir'den Ankara'ya yasa dışı bir yürüyüş başlatmış. Bunlar da o grubun elemanları olabilir."

"Ama içlerinde benim tanıdığım öğrenciler var, onlarla konuşabilir miyim ?" Binbaşı biraz tereddüt ediyor ama benim kararlı olduğumu görünce albayın kulağına bir şeyler söylüyor. Oda bana şöyle bir bakıp göz hareketiyle izin verdiği gösteren bir hareket yapıyor. 

Binbaşıyla birlikte tek sıra olmuş öğrencilerin yanına gidiyoruz. Onlar da beni görmüş "Müdürüm, müdürüm" diye hareketleniyorlar. Önce Halil'le selamlaşıyoruz. "Ne o Halil, kimliğin yok mu senin ? Niye aldılar seni ?" Halil uyku mahmuru gözler ve saç baş gömlek dağınık vaziyette. "Müdürüm kartım var ama uyku sersemi çıkarıp gösteremedim. Laf da dinlemediler, alıp indirdiler beni." İri cüsseli perişan bir öğrenci "Müdürüm !" diye sesleniyor. Ona doğru yürüyoruz.

"Valla Müdürüm benim bir suçum kabahatim yok. Kartımı memlekette unutmuşum. Pazartesi çıkartacaktım. Ne olur söyleyin de beni bıraksınlar." Çocuğu tanıyordum, galiba Süleyman'ın odasında kalıyordu ama adını hatırlayamamıştım. "Senin adın neydi ? Oda arkadaşların kim ?" Hasan'ın gözleri parlıyor, alnında biriken boncuk boncuk terleri siliyor. Ağzı kurumuş; "Ben Hasan. Hasan Yeşilyurt, Hamit abi, Levent abi, Süleyman abilerle kalıyorum. Bu sene kaydolduyduk. Ne olur müdürüm ?.."  diyebiliyor bir solukta. 

Böyle dört öğrenciyi çekip çıkarıyorum oradan. Tam bu sırada Timur'u getiriyorlar. Biraz direnmiş galiba, yüzü kıpkırmızı. "Durun !" diyorum, "bu benim öğrencim." Askerler iki kolundan tutmuş, Timur biraz da kızgın silkiniyor. Binbaşı soruyor "Bunu neden aldınız ?" Askerler tekmil verir gibi "Kimliğini göstermemiş, karşı gelmiş komutanım" diyorlar. 

Ben araya giriyorum "Binbaşım, Timur tıp öğrencisidir. Kendisini iyi tanıyorum." Binbaşı bir bana bakıyor, bir askerlere, soruyor; "Dolabında sakıncalı bir şey var mıymış ?" Askerler yine aynı ciddiyetle bir dosya uzatıyorlar "Komutanım, bunlar bulunmuş" İçinde resim dolu bir dosya bu. Timur'un kara kalem çalışmaları. 

Binbaşı resimlere bakıyor, sol içerikli figürler hoşuna gitmiyor. Tekrar müdahale ediyorum "Binbaşım, Timur çok yetenekli bir öğrencimdir. Hatta kendisine bu resimleriyle yurtta bir sergi açmasına ben izin vermiştim. Timur öğrenci belgen yanında mı ?" Timur kısa bir tereddütten sonra kimliğini çıkarıp bana uzatıyor. Ben de Binbaşıya ısrar ediyorum "Onu bırakın Binbaşım. Kendisini tanırım. Aradığınız kişilerden değil. Bu resimlerin de suç olduğunu düşünmüyorum." Binbaşı pek ikna olmasa da askerlere "bırakın" diyor, ama dosyayı da bana veriyor; "Tamam ama, ben seni bilirim" anlamında. Timur'u bırakıyorlar. O ise bir bana bakıyor bir dosyaya. "Tamam Timur. Sen gel böyle. Yarın benden alırsın resimlerini" diyorum.

Ben, Binbaşı ve yanımızda beş öğrenci Albaya yöneliyoruz. Onların yurt öğrencisi olduklarını ve herhangi bir örgütle ya da yasa dışı bir faaliyetle ilgileri olmadığını anlatıyorum. Binbaşı da beni başıyla onaylıyor. Albay şüpheli bir bakışla "Sizin sorumluluğunuzda" diyor sonunda.  Öğrencileri kantinden çıkarıp odalarına gönderiyorum. 

Sabahın ilk ışıkları göründüğünde operasyon üçbuçuk saati tamamlamış olarak 17 gözaltı ve bir cemse dolusu malzemeyle sonuçlanıyor. Çok şükür ki herhangi bir silah vb. şeye rastlanmamış. 400 güvenlik görevlisi, cemseler ve otobüslerle yurttan hareket ettiğinde, hala blokların bütün ışıkları yanıyor. En son Albay ve beraberindekiler de makam araçlarıyla selam, komut ve topuk sesleri arasında çıkıp gidiyorlar

Giriş kapısında geriye dönüp bakıyorum.  Sevgili yurdum sabah alacakaranlığında içine fil girmiş bir züccaciye dükkanına benziyor. Nasıl bir fil öyle bir dükkanın içinde dönüp dururken ne var ne yok kırarsa şimdi geriye kalan da aynen böyle bir enkaz işte. 

Etraf cam eşya dolu iken ağır, hantal bir fil dar alanda nasıl yol almaya çalışır bir düşünün. Bir şeyi kırdığında ürker, döner oradan uzaklaşmak ister. Ne var ki ne tarafa dönerse dönsün cam vazolar, bardaklar, tabaklar gürültü ile yerlere düşüp kırılmaya devam ederler. Manzara son derece traji komik bir haldir yani.

Yalnız burada kırılan cam ya da eşya değil; insan. Gencecik yüreklerin içindeki saygı, güven ve inanç. Binbir zorlukla ve özenle kurmaya çalıştığımız huzur ortamının bir anda alabora olması. Yarın onların soran gözlerine ne diyeceğim ?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder