3 Ocak 2015 Cumartesi

209 03 Ocak 2015 Cumartesi 22:08 KAYIP DEFTER'den...................Pamukkale turu

Pamukkale turu


Tur otobüsü
Belki de ciddi ilk ve son gezimiz Denizli Pamukkale oldu. Yabancı öğrenciler ülkemize nasip olmuş bir doğal güzelliği, kendi alanında dünyada tek Pamukkale travertenlerini rmek istemişler. Dahası, merak edip, kendi aralarında organize olmuşlardı. Anladığım kadarıyla bizim sosyal faaliyetler sorumlusu yönetim memurumuz da da işin içindeymiş. 

Bir gece konaklamalı iki günlük uzun ve yorucu bir gezi olacağı için başta ben gönülsüzdüm. Ancak, o kadar istekli ve kararlıydılar ki dışında da kalamadım.

Ancak, bir şartım vardı; giderken Bursa-Balıkesir-Burhaniye-İzmir-Aydın yolunu kullanacaktık. Geceyi Denizli'de geçirip dönüşümüz Afyon-Eskişehir istikametinden olacaktı. Niyetim birkaç parça ev eşyasını yazlığa bırakabilmekti. Olur dediler, hazırlığımızı yapıp Cumartesi sabah erken saatte iki otobüs yola çıktık. Bu defa eşim ve üç çocuğum da bizimle geliyorlardı.

Kahvaltımızı Susurlukta yaptık. Otobüs yolcuları çoğunlukla uyuyordu. Saat dokuz gibi Burhaniye Orjan'a vardık. Biz otobüsün bagajına yerleştirdiğimiz birkaç parça ev eşyasını indirirken gençler deniz kenarına doğru küçük bir gezi yapıp uyandılar. Ayvalığa doğru yola koyulduğumuzda gençler artık iyice uyanmış etrafı seyrediyorlardı.

Yolda birkaç kez durup ekmek, domates, biber, salatalık gibi şeyler aldık. Öğle vakti yaklaşıyordu ve karnımız acıkacaktı. Uygun bir yer bulmalıydık, hem yemek hem de denize girip eğlenebilmek için. Gençler Burhaniye'den beri denizi göre göre, canları deniz istemeye başlamıştı. Bana otobüsün arka tarafından haber yollayıp duruyorlardı. Şoförlerle kısa bir müzakereden sonra rotayı Foça'ya doğru kırdık. Bir plaj ve tatil yerini gözümüze kestirip araçlarımızı park ettik. Saat 13.00, tam öğle yemeği zamanıydı.

Bir işletmeci koşup geldi yanımıza. İlgi iltifat gırla. 90 kişi yemek yiyeceğiz sanıyordu. Biraz sonra biz zerzevatı çıkarıp çeşme başında yıkamaya başlayınca suratı asıldı. Ardından, oraya oturmayın, şunu yapmayın, böyle etmeyin uyarıları gelmeye başladı. Kalabalıktık ve karnımız açtı. Hemen orada bulduğumuz bir düzlüğe çöküp; peynir, domates, salatalık ve yeşil biberden oluşan ekmek arası yemeğe saldırdık. 

Taze ve güzelmiş, bir kasa salatalık kısa zamanda tükeniverdi. Yemeğini bitiren çeşmeye yapışıyordu. O ne ? Su kesik ! Anladık ki vatandaş kendisinden alışveriş yapılmayınca suyu kesivermiş. Biraz ağız dalaşı oldu, ama sonuç nafile. Çaresiz arabalara atlayıp boş bir deniz kenarı bulduk. Bir büfeden de kasayla su aldık. Bazıları su içip yediklerini hazmetti, isteyenler de denize girmeyi seçtiler.

Otobüs İzmire doğru hareket ettiğinde artık içerde şarkı türkü gırgır şamata gırla gidiyordu. Ben arada otobüs değiştiriyordum. Her iki otobüste de bulunmamı ve aralarında görmek istiyorlardı. Ben de elverdiğince onları memnun ediyordum. İzmiri, Aydını geçtik, birkaç saat arayla mola verip ihtiyaçlar gideriliyor, tekrar yola koyuluyorduk. Akşam yemeği için Denizli'ye geç kalmamamız lazımdı. Nihayet saatler 18'i gösterirken Denizli karşıda gözüktü.  

Denizli
Denizli, ilk görünümü ile gelişmiş bir il izlenimi veriyordu. Daha önceden kalacağımız yeri ayarlamıştık. Nihayet Denizli Öğrenci Yurdunu bulup otobüslerden indik. Yemeğimiz hazırmış. Öncelikle çantalar odalara taşındı. El yüz yıkandı. Görevli yönetim memurları ellerinde liste öğrencilerin odalara yerleşimine nezaret ediyorlardı. Herkesin indiğinden emin olduktan sonra masalara oturduk. 

Yurt Müdürü, yardımcısı ve iki personeli de bize eşlik ediyordu. Çay, kahve, sohbet muhabbet derken saat 22.00'yi buldu. Müdür beye teşekkür edip vedalaştık. Ardından yarın da yorulacağız diyerek dağılmadan herkesi yatmaya gönderdim. Onlar çekilince biz de odamıza çekilip uyuduk.

Sabah kahvaltısı yine Denizli Öğrenci Yurdundandı. Saat 10 gibi Pamukkale istikametine koyulduğumuzda yol boyu gördüğümüz bu modern şehir hakkında, çok daha olumlu düşüncelere sahip olmuştuk. Denizli’nin biraz dışında, Laodicia antik kentinin tabelası bizi uyardı. Hemen dümeni oraya kırdık ve önce orayı gezdik.

Laodikeia kentinin adı antik kaynaklarda daha çok “Lykos'un kıyısındaki Laodikeia” şeklinde geçiyormuş. MÖ. 261-263 yılları arasında II. Antiokhos tarafından kurulmuş ve kente Antiokhos'un karısı Laodike'nin adı verilmiş. Zamanında Anadolu'nun en önemli ve ünlü kentlerinden biriymiş. Romalılar da Laodikeia'ya özel bir önem vermişler.  Laodikeia halkının da katkılarıyla kentte çok sayıda anıtsal yapı yapılmış. Küçük Asyanın 7 ünlü kilisesinden biri de bu kentte imiş. Ancak, MS. 60 yılında meydana gelen çok büyük bir deprem kenti yerle bir etmiş.

Hedefimiz Pamukkaleydi, yolumuza devam ettik. Denizli’den 20 km. sonra, Menderes Ovası’nın ortasında bembeyaz bir tepe göründü. İşte Pamukkale ve bir yamacın tepesinde kurulu antik Hierapolis şehri !

 Pamukkale
Turizmimizin gözbebeği, katıksız beyazlığı ve travertenlerin pamuksu yüzeylerinden ötürü Pamukkale adı verilen tabiat harikası. Yarım ay şeklindeki yamaçların ortasındaki beyaz göletler oldukça güzel bir manzara oluşturuyorlardı. Termal sular, Pamukkale yamaçlarından bir kanal ile toplanıp, bu havuzlara yönlendirilmişti.

Kısa bir yürüyüşten sonra, suyun akışının kesildiği noktada durduk. Bir görevli, travertenlere girecek olanları uyararak ayakkabı yada terliklerin çıkarılmasını sağlıyordu. Ayakkabılarımızı elimize alıp, yüzeyden şırıl şırıl akan 35 derecelik sularda yürümeye başladık.

Çıplak ayakla hissedilen pürüzlü çökelti, travertenlerin zaman içinde nasıl birike birike oluştuğunu da gösteriyordu. Önümüzde göz alabildiğine uzanmış yeşil bir ova, uzaklarda ovayı çevreleyen boz siluetli dağlar vardı. Gözlerimizi kamaştıran bir beyazlığın, sanki su dolu beyaz bir bulutun içinde gibiydik.

Bu gezinti, otel ve havuzlardaki dolaşmayla devam etti. Sonrasında yeniden toplanıp Hierapolis şehrinin kalıntılarına girdik. Bu antik şehir M.Ö. 190 yıllarında, II.Eumenes tarafından kurulmuş. M.Ö.2 yy.da Roma egemenliğine girerek asıl yükselişini bu dönemde yaşamış. M.S.80 yılında Hıristiyanlığı yaymak üzere gelmiş olan Aziz Philippus burada öldürülmüş. Bu nedenle İsa’nın12 havarisinden biri olan Aziz Philippus'un adına bir şehitlik var.

Hierapolis, aslında görünenden daha büyük bir şehirmiş. Bir antik tiyatroya, 2 bini aşkın mezar bulunan Anadolu’nun en büyük nekropolüne sahip. Bugün bile kullanıma açık antik havuzu, Apollon Tapınağı, kuzey-güney istikametindeki büyük şehir kapıları ve Arkeoloji Müzesi gerçekten görülmesi gereken yapılar. 

Etrafı görkemli dağlarla çevrili bereketli bir vadinin ortasında, serin bir tepeliğin üzerinde, her tarafından şırıl şırıl akan şifalı suların içinde yaşamış bu şehir sakinleri. Onlar geçmiş zamanlarında belki de bizden daha yüksek bir yaşam kalitesine sahiptiler, kimbilir.

Abılay'ın özlemi
Bol hava, bol güneş ve bol sulu antik lükse veda edip, otobüslerimize dönerek yeniden yola koyulduk. Otobüsümüze bir nevi liderlik yapan kazak öğrenci Abılay'ın bir ara çayırlarda otlayan atlara bakıp daldığını fark ettim. 

Kazakların at sevgisini düşünerek "Ne o Abılay ! Ata binmeyi özledin galiba ?" dedim. Abılay döndü ve hiç beklemediğim bir cevap verdi: "Hoca, kesip yesek eti ne hoş olurdu." Biz şaşırdık, ama, otobüsten bir  kahkaha yükseldi. "Anlaşıldı, iyice acıkmışsın sen" dedim. Kazakların at eti yediklerini ancak o zaman akledebilmiştim. 

Doğrusu Abılay gibi hepimiz acıkmıştık. Ama, niyetimiz buraların meşhur kuzu etli çöp kebabı ile Denizliye veda etmekti. Düşündüğümüz gibi de oldu. Bir yol kenarı kulübesinde ucuz ama nefis çöp kebabı ile karnımızı doyurduk. Adam karısıyla birlikte çalışıyordu. Bir taraftan boncuk boncuk terliyor, öbür yanda keyiften neredeyse oynuyordu. Zira biz doksan kişiydik ve iyice acıkmıştık. Üstelik burada su bol ve bedavaydı. Adamın elindeki bütün çöp şiş stoku bir saat içinde tükenivermişti.

İkindiye doğru Dinar-sandıklı üzerinden Afyona doğru ilerliyorduk. Baktım, gençler yediklerinden mi yoksa yorgunluktan mı sanki biraz ağırlık basmış gibiydi. Afyona kadar böyle hafif uyuklama modunda gittik. Oradaki moladan sonra yeniden canlandılar. Fıkra, şarkı, şiir yine neşesi yerine gelmişti otobüsün. Öbür otobüs daha canlıymış meğerse. Bir öğrenci akordion diğeri def çalıyormuş. Eskişehire girene kadar vaktin nasıl geçtiğini anlamadık.

Son molayı İnegölde köfte yiyerek yapmayı düşünmüştük. O yüzden Eskişehirde oyalanmadık. Altı saattir yoldaydık ve yine karnımız acıkmış durumdaydı. Herkesin gözü yolda, İnegöl bir türlü gelmiyordu. Yollar uzayıp gidiyor, gözümüzde büyüyordu mesafeler. Sonunda İnegöl'de bir yer beğenip indik otobüslerden. Herkes kesesine göre yiyecekti. Zira cepler yoklanmış, kalan son kuruşlar hesap edilip ona göre sipariş verilmişti. Yemek bu yüzden fazla uzamadı zaten. 

Yeniden otobüslere bindiğimizde artık gözlerimiz açılmıyordu. Yorulmuştuk, aklımız fikrimiz sıcak yataklarımızdaydı. Kimsenin değil şarkı söyleyecek, ağzını açmaya dermanı kalmamıştı. Dalıp gitmişiz. Şoförün, "Haydi geçmiş olsun, son durak !" seslenişiyle uyandık. Yurttaydık.

1 Ocak 2015 Perşembe

208 02 Ocak 2015 Cuma 00:31 ZAMAN DURAKLARI........................Rahmet peygamberi bir öksüzün doğumu

Rahmet peygamberi bir öksüzün doğumu


Bugün, yani 2 Ocak 2015 Cuma akşamı Mevlid Kandili. Mevlid en-Nebi ya da Veladet Kandili sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ay takvimine göre doğduğu gece. Efendimiz Rabîu’l-evvel ayının on ikinci pazartesi gecesi Mekke’de dünyaya gelmişti.  

Mevlid, "doğum zamanı" demek. Kandil geceleri islam dünyasında hicrî 3. asırdan beri var. 

Osmanlı ülkesinde ise ilk kez padişah II. Selim bu gecelerde minarelerde kandil yaktırmış. Bu yüzden ışıl ışıl yanan mahyalarla birlikte halk dilinde kandil gecesi olarak anılmışlar.

Sevgili Peygamberimiz, Rabbimizin insanlığa gönderdiği en son elçi. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle [1] o, âlemlerin Rabbinden, “âlemlere rahmet olarak” gönderilmiş bir önder. Onun nübüvveti sayesinde bütün insanlık karanlıklardan aydınlığa, zulmetten nura geçebilmiş.

Bu kutlu doğum aslında, insanlık tarihinin en muazzam ve mübârek olaylarından birisi. Çünkü onun dünyaya geldiği dönemde, insanlar her türlü değer ölçülerini yitirmiş, yollarını şaşırmış bir haldeydi. Ayrıca, dünyanın birçok köşesinde kanlı boğuşmalar devam ediyordu.

Tarihte bu dönem başka hiçbir zaman için kullanılmayan “cahiliyye” kavramıyla ifade edilmiş. Zira o dönemin en temel özellikleri; bilgisizlik, putperestlik, kabîle asabiyeti, zorbalık, zulüm, haksızlık, başıbozukluk, merkezî otoriteden yoksunluk, adaletsizlik, barış ve nizamdan uzak bir hayat, çocukları öldürmek, vahşiyâne hareketler, kan dâvası gibi kötü davranışlardı.  

Öyle bir zamandı ki insanlığın ıslâhı o peygamberin gönderilmesine hasretti. Bütün dünya, karanlıklar içinde, o kurtarıcıyı dört gözle bekliyordu. Milli şâirimiz Mehmet Akif Ersoy, “Bir Gece” adlı şiirinde [2] bu olayı şöyle tasvir eder:

Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi / Kumdan ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi! / Lâkin, o ne husrandı ki; hissetmedi gözler / Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi; / Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi; / Bir kerre de mâmûre-i dünya, o zamanlar, / Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. / Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; / Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! / Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zeminin, / Salgındı, bütün şark’ı yıkan tefrika derdi. / Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, / Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! / Bir nefhada insanlığı kurtardı o mâsum, / Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi! / Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, verildi;)

Gerçekten de efendimizin doğumu, içinde yaşadığımız dünyanın akışını değiştirmiş oldu. Bir fazilet güneşi ve hidâyet meş’alesi olan Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v) gönderilişi, yüce Allah’ın bütün insanlara en büyük nimetlerinden birisiydi. Müminler kendilerini yeniden tanzim etme ve istikamet sahibi olma konusunda sağlam bir dayanağa kavuştular. Böylece insanlık için yepyeni bir gün doğmuş, aydınlık bir devir açılabilmişti. [3]

O yirmi üç yıllık peygamberlik dönemi boyunca en başta cahiliye dönemi alışkanlıklarıyla mücâdele etti. Putperestliğin yerine tevhidi, zulmün yerine adâleti, düşmanlığın yerine kardeşliği, sürtüşmenin yerine dayanışmayı getirdi. Toplumda barışın hâkim olmasını sağladı. Bizatihi kendisi doğruluk, nezâket, güvenilirlik, adâlet, hoşgörü ve cömertlik gibi ahlâkî davranışlarıyla insanlara örnek oldu.

Bütün bu gayretlerin sonucu olarak, vahyin ışığında, mükemmel kişiliğiyle ekonomik, sosyal, kültürel ve ahlâkî alanlarda gerçekleştirdiği faaliyetler sayesinde o dönemi kapatarak, yerine barış ve huzurun hâkim olduğu yepyeni bir toplum oluşturdu.

Biraz dikkat edersek onun hayatının, muhabbet, şefkat, fazilet, ihlâs ve samimiyet dolu bir hayat olduğunu görebiliriz. O, insanlığa, Allah’ın ilk ve son dinini tebliğ etmiş, kullarına olan nimet ve ihsanı İslam’la tamamlanmıştır. Hiç şüphesiz onun büyüklüğü ve başarısı; en güzel bir şekilde insanlığı iyiliğe dâvet etmesindendir.

Allaha binlerce hamdü senalar olsun ki onun rahmet yüklü mesajları ve hikmetle dolu güzel ahlâkı hala bütün insanlık için umut olmaya devam ediyor.

Ancak, gerçekten, güzel ahlâkla [4] yoğrulmuş o örnek hayatı araştırmaya, bilmeye ve ondan yararlanmaya bugün de çok ihtiyacımız var. Sevgili Peygamberimiz’i (s.a.v), onun güzel ahlâkını, davranış ve uygulamalarını yeniden hatırlamamız gerekiyor. Hiç kuşku yok ki gelişen dünya şartlarına yeniden yön ve anlam verecek zemin Kur’an-ı Kerim’de vardır. Ayrıca yine inanıyoruz ki, Allah resulünden alacağımız ilham, insanlığın bugünkü ve yarınki problemlerine çözüm getirecek tükenmez bir şifa kaynağı durumundadır.

O son peygambere ümmet olmak, pek tabiidir ki sadece onun varlığını bilmek ve doğumunu anmakla sınırlanamaz. Ona tabi olmayı gerektirir. Bu nedenle hemen her vesileyle kendimizi onun sünnetiyle gözden geçirmeyi, kendimizi yeniden inşa etmeyi ve onun çizdiği yol haritasına uymayı ihmal etmemeliyiz.

Bu gece, kutlu bir doğumu anarken, yalnız mevlid okumak, ilâhiler söylemek ve kandil simidi dağıtmakla yetinemeyiz. Onun doğumunu anmak; zaman ve mekanları kuşatan risâletini, yüksek ahlâkını, fazîletini, adâlet ve doğruluğunu hatırlamak ve bunları hayatımızda uygulama azmini tazelemek demek. Bu aynı zamanda Rabbimizin de sevgisine, hoşnutluğuna ve bağışlamasına vesile olabilir. Çünkü Allah’ı hoşnut etmek, [5] biliyoruz ki O’nun Peygamberine uymak ve örnek almakla mümkün.

Bugün etrafımızı çepeçevre saran ateş çemberini doğru tahlil etmeliyiz. Müslümanın Müslümanı katlettiği iç çatışmaları İslâma mal etmek ve onaylamak asla mümkün değildir. Biz “Ben, beni görmeden bana iman eden kardeşlerimi özlüyorum” buyuran bir Peygamberin ümmeti değil miyiz ? Acaba o, bugün yaşadığımız acıları görseydi neler hissederdi ?..

Utanmış olmalıyız. O halde, böylesine bir zaman ve mekânda bile hem efendimize hem de birbirimize kardeş olmayı yeniden başarabilmeliyiz. Gücümüz yetmese, en azından bu özlemi çeken insanlar olamaz mıyız ?

Bugün efendimizin dünyaya teşriflerinin yıl dönümü. Elbette ki böyle mübarek gecelerin feyz ve bereketinden istifade etmeye gayret edeceğiz. Ama ondan daha önemlisi içimize yönelmek, nefis muhasebesi yapmak, görev ve sorumluluklarımızı hatırlamak olmalı. Olup bitenlerden ders almak, iyi, doğru ve güzel için azmimizi yenilemek kaçınılmaz.

Bu Mevlid Kandili inşallah bütün İslam dünyasına, ülkemize huzur vesilesi olsun. İnsanlığın içine düştüğü sıkıntıların aşılması ve kardeşlik bağlarımızın güçlenmesi için o yüce kudrete, Cenâb-ı Allah’a dua ve iltica ediyoruz. Yine çok daraldık, yeni yeni rahmet kapılarının açılmasına çok ihtiyacımız var. Rabbim Müslümanları Peygamberimizin özlemle andığı kardeşler topluluğu yapsın.

Hepinizin Mevlid Kandilini kutluyorum. 


[1] Enbiyâ, 107
[2] Mehmet Âkif Ersoy, Safâhat, İstanbul 1975, S. 499
[3] “İçlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.”(Âl-i İmrân, 164)
[4] “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, cilt: 2, s. 381)
[5] “(Ey Muhammed!) De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31)

30 Aralık 2014 Salı

207 30 Aralık 2014 Salı 13:02 ESKİMEYEN KELİMELER...................İktisat, Cömertlik, İsraf, Cimrilik

İktisat, Cömertlik, İsraf, Cimrilik

İktisat
Amacım servetin üretim, dağılım ve tüketimini inceleyen bilim dalı [1] iktisat (Ekonomi) değil elbet. Sözlükte "aşırılıktan uzak orta yolda olmak, doğru yolda olmak, bir şeye yönelmek" anlamlarına gelen “iktisat” tan söz ediyorum.

Dilimizde tutumlu olma, tasarruf, biriktirme, aşırılıklardan uzak durma, orta yolda olma, itidal üzere olma, uygun davranış ve hareket, ekonomik davranma mânâlarında kullanılıyor. Hayatımızda hem ahlâkî hem de ekonomik olarak büyük önemi var.  

İktisat, bir fıkıh terimi olarak, harcamalarda israf ve cimrilikten korunup, gereken yerde gerektiği kadar harcama yapmak anlamına geliyor. 

iktisat, dinimizin de önemle üzerinde durduğu ve teşvik ettiği bir güzel davranış biçimi. Yüce Allâh Kur'ân-ı Kerim'de, harcama ve tüketim konusunda iktisatlı davranmaya, İsraftan (sonucu düşünmeden şuursuzca ve bilgisizce harcama yapmaktan) ve Cimrilikten (eli sıkılık, hasislik denilen hırs ve kıskançlık huyundan) kaçınmaya [2] çağırıyor. İktisatlı ve tutumlu olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve orta yoldan [3] gitmeyi teşvik ediyor. 

Tutumlu olmakla cimri olmayı birbirinden ayırt etmek gerekiyor. İktisat cömertliğe, hayra, ikrama ters olmadığı gibi; cimrilik ve mal düşkünlüğü anlamlarına da gelmiyor elbette. Tutumlu olmak; insanın harcamalarını giderlerine göre ayarlaması demek. Cimri olmak ise, insanın ihtiyacı olandan çok daha az harcama yapma davranışı.

Birey planındaki bu önemine ilaveten Kur'ân'da malların bilgisiz, hesapsız ve tam bir şımarıklık içinde harcanmasının, ülkenin yıkımına dahi sebep olabileceği işaret edilmekte. [4]

Peygamber efendimizin (s.a.v) de, iktisat etme ile zenginlik, israf ile fakirlik arasındaki ilişkiyi hatırlatan uyarıları [5]var. Bu çerçevede zenginlikte de, fakirlikte de [6] iktisattan ayrılmayıp, tüketim ve harcamaların makul bir çizgide yapılması gerekiyor.


[1] İktisadın konusunu, insan faaliyetlerinin, ihtiyaçları karşılamak amacıyla mal ve hizmet elde etme bakımından incelenmesi oluşturur. Malî iktisat, tarımsal, ticârî ve sınâî iktisat, beslenme iktisadı, matematik iktisat, siyasî iktisat, sosyal iktisat gibi dalları ve alanları mevcuttur.
[2] "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açarak saçıp savurma! Sonra kınanmış, pişman bir halde oturup kalırsın." (İsrâ, 17/29)
[3] "Onlar ki, harcadıkları vakit israf da, cimrilik de yapmazlar; ikisi arasında orta bir yol tutarlar." buyurulmaktadır (Furkân, 25/67).
[4] İsrâ, 17/15
[5] "İktisat yapanı Allâh zengin eder. Saçıp savuranı da Allâh fakirleştirir." buyurmuştur (Kenzü'l-Ummâl, II/13).
[6] "Zenginlikte iktisat ne iyi şeydir! Fakirlikte iktisat ne iyi şeydir! İbadette iktisat ne iyi şeydir!" buyurmuştur (Kenzü'l-Ummâl, II, 7)

Cömertlik
Bir kavram olarak cömertlik, eldeki imkânları meşru ölçüler içinde, hiçbir karşılık beklemeden gönüllü olarak başkalarının yararına sunma (ihsanda, bağışta bulunma) demek.  

Cömertlik Farsça cevân-merd (Civanmert) sözcüğünden Türkçeleştirilmiş. Muhtaçları gözetmek, istemeden vermek ve verdiğini azımsamak anlamında. Bu sebeple teşekkür edilmeyi, övülmeyi istemek cömertliğe yakışmaz.

Cömertlik İslâm ahlâk literatüründe genellikle sehâ, sehâvet ve cûd kavramlarıyla ifade olunmuş. Buna karşılık Kur'ân'da sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri geçmiyor. Ancak pek çok âyette infak, itâ, îsâr, ikram, ihsan, it'âm, bezl gibi masdarlardan gelen fiillerle cömertlik teşvik edilmiş bulunuyor.

Elbette ki cömertliğin olmazsa olmaz şartı yapılan yardım nedeniyle mükâfat, övgü, teşekkür ve hizmet gibi maddî ve manevî bir karşılık beklenmemesi.[7] Gösterişten uzak ve yardım edilen kimseyi rencide edecek tutumlardan kaçınılacak şekilde yapılmalı. [8]Ayrıca, yardım olarak verilen malın gözden çıkarılan bir şey olmayıp sahibi nezdinde değer [9] taşıması gerekiyor. Bu anlamda cömertlik zenginlere daha çok yakışan [10] bir davranış.

Hadis-i Şeriflerde Allahın cömert olduğu, cömertliği ve güzel aklakı sevdiği [11] belirtilmiş. Sözkonusu hadislerde Kur'an'da sayılan bu kelimelerle birlikte sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri de var. Buna göre Sehavet, cömertliğin en üst derecesi, kendisi muhtaç olduğu halde başkasına tercih edip, ona sarf eden kimsenin derecesi oluyor. Cömertlik, kendine ihtiyacı olmayan şeyleri başkalarına vermekse kendisi muhtaç olduğu halde başkasına sarf etmek bundan daha ileri bir durum. 

Kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.v) de insanların en cömerti. İslâm, cömertliği bir erdem olarak yüceltmekle kalmamış, onu bencil duyguların aracı olmaktan çıkararak Allah rızası ve insan sevgisinden oluşan bir muhtevaya kavuşturmuş.

Kur'ânda, malını gösteriş için harcayan kimselerin bu davranışlarının ahlâkî bir değer taşımadığı, yardımlaşmanın ancak insanlara iyilik etme gayesiyle ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde (takvâ) olması gerektiği ısrarla vurgulanıyor.

İlaveten Kur'ân'da mü'minlere her iki aşırılıktan da sakınarak harcamalarında ölçülü olmaları emredilmiş. [12] Bu anlamda Cömertliği, israf ve cimrilik diye adlandırılan iki aşırılığın ortası olarak anlayabiliriz. Fakat, cömert olabilmek için yapılan yardımın illa ki isteyerek ve seve seve yapılması [13]gerekiyor.

İmam-ı Gazali’ye göre Cömertlik, gerçek tevhit ve hakiki tevekküle ermenin sonucudur. Zira Allah’ın va’de ve rızık hususunda verdiği garantiye samimi olarak inanmaktan kaynaklanır. Bunlar ise, aslında tevhit ağacının meyveleridir.[14] Yani, zühdün yani dünyaya kıymet vermemenin meyvesi. Meyveye yapılan övgü ise muhakkak ki aslında meyveyi veren ağaca yapılmış olmaktadır.


[7] İnsan, 76/8-10
[8] Bakara, 2/261-265
[9] Bakara, 2/267; Âl-i İmrân, 3/92
[10] Cömertlik güzeldir, fakat zenginlerde olursa daha güzel olur. (Hadis-i Şerif)
[11] Kendisine gerektiği şeyi, kendi arzu ve ihtiyacını tehir edip başkasına verirse, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder. (Hadisi Şerif)
[12] A'râf, 7/31; İsrâ, 17/29; Furkân, 25/67
[13] Haşr, 59/9
[14] İmam-ı Gazali, Kütüb-i Sitte
  
İsraf
Sözlükte "aşırı gitmek, gafil ve cahil olmak, yanılmak" gibi anlamlara geliyor. İsrafın zıddı ise iktisattır.

Dini bir kavram olarak, insanın sahip bulunduğu nimetleri gereksiz ve aşırı tüketmesi hali için kullanılıyor. Bu yüzden de israf eden kimseye müsrif deniyor.

İslâm israfı yasaklamış ve insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda dengeli davranmasını istemiş.[15] Kur’an hem israftan, hem de cimrilikten kaçınılmasını öğütlemekte. [16] O nedenle israf ve cimrilik, kalbin manevi hastalıklarından sayılmış. 

Cimrilik, kişinin nefsini meşru olan şeylerden mahrum bırakması oluyor. İsraf ise gereğinden fazla harcama ve tüketimde aşırı gitme hali. Fert, aile ve toplum hayatında onulmaz yaralar açabiliyor, nihayetinde bu da toplumsal bozulma ve çürümeye götürüyor.

Bir müslüman dünya üzerindeki maddî ve mânevî imkân ve nimetleri kendisine emanet edildiği bilinciyle tüketmeli, bu nimetler üzerinde kendisinin olduğu kadar toplumun da hakkı bulunduğunu unutmamalıdır.

Bütün nimetler Allahü tealanın insanlara verdiği birer emanettir. İslam dini, bunları, sadece O’nun rızasını elde etmeyi ve insanlara hizmet için kullanmayı emretmiş. 

İsrafın kötü olmasının en önde gelen sebebi, malın Allahü tealanın verdiği bir nimet olması. Bu nedenle onun israfı; o nimete kıymet vermemek, çarçur etmek dolayısıyla da nimete şükretmemek anlamına geliyor.

Bu anlamda en büyük israf zamanın boşa harcanmasıdır. Zira bir Hadis-i şerifte; “Her çeşit israf haramdır” buyrulmuş. 


[15] "Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyiniz. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez" (A'râf, 7/31)
[16] "Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün de açıp savurma. Sonra kınanmış pişman bir halde oturup kalırsın" (İsrâ, 17/29) 

Cimrilik
Harcanması gereken malı sarfetmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı, başkasına bir şey vermekten çekinmek anlamına geliyor.

Arapçası “şuhh” nefsin mal hırsı olarak tercüme ediliyor. Bu anlamda Şuhh nefsin cimrilik, eli sıkılık, hasislik denilen hırs ve kıskançlık huyu demekmiş.

Yani nefiste bulunan hırs ve cimrilik hasletine “şuhh” bu hasletlerin fiile dökülmesine de “buhl” deniyormuş.

Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı malî harcamalarda bulunmamızı emrediyor. Aile bireylerinin bakımı, akrabaların görülüp gözetilmesi de bu emirler arasında. Çevremizdeki yoksullara imkân ölçüsünde malî yardım aslında bir insanlık görevi. Parası ve malı olduğu halde bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten çekinirse, cimrilik yapmış olmaz mı ?

İmam-ı Gazali Cimriliği, dünyaya bağlanmanın meyvesi olarak görmüş. Meyveye yapılan övgü aslında ağaca yapıldığından cimriliğin aslında bir nevi şirkten beslendiği düşünülebilir. Yani bu anlamda cimrilik, sebeplere bağlanıp kalmaktan ve Allah’ın vaadi hususunda şüpheye düşülmesinden doğuyor.[17]

“Sehavet ve cimrilik her ikisi de bir takım derecelere ayrılıyor. Cömertliğin en son haddi, kişinin muhtaç olduğu şeyi başkasına vermesi olduğu gibi, cimriliğin de en son derecesi, kişinin ihtiyacı olan bir şeyden kendini mahrum etmesi, kendi şahsına harcamamasıdır.”[18]

Eli sıkı insanların iç dünyalarında takıntılı bir “para” yı elde tutma isteği görüyoruz. Çünkü onlar ancak bu şekilde kendilerini güvende hissediyorlar. Cimri insanlar, eşlerinin ve çocuklarının bile isteklerini karşılamaz ve bunların ihtiyaç olabileceği düşüncesini de paylaşmazlar.Bu kişiler daima para biriktirme arzusu duyarlar. Çevrelerinden sık sık duydukları ”Bu kadar parayı ve malı mezara mı götüreceksin” lafını da pek umursamaz hatta bunu neden bana söylüyorlar diye dahi düşünmezler.

Hesabını bilmek ve tutumlu olmakla cimrilik asla karıştırılmamalı. Ancak, cimriliğini tutumluluk sanan veya gösteren çok sayıda insan olduğunu da biliriz.

Cimrilik en şerli haslettir [19] ve elbette ki bir mümin hasleti değildir. [20] Kötü bir huydur.[21] Cimrilik Peygamber Efendimiz’in (asm) Allah’a (cc) sığındığı hasletlerden biridir

Peygamberimiz (s.a.v) şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten ve beni düşkün bırakacak bir ihtiyarlıktan sana sığınırım. Kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnelerinden sana sığınırım.” [22]




[17] İmam-ı Gazali, Kütüb-i Sitte
[18] Zübdetü’l-İhya, yh418
[19] “İnsanda bulunan en şerli şey aşırı cimrilik ve şiddetli korkudur.” (Ebu Dâvud)
[20] “Mümin bir kimsede (şu) iki özellik bir arada bulunmaz: 1.Cimrilik 2. Kötü ahlak.” (Tirmizî)
[21] “Kişi de bulunan en kötü huy, hırslı bir cimrilik ile zaaf derecesinde korkaklıktır.” (Ebu Davud / Cem’ul Fevaid)
[22] Hz. Enes b. Malik (ra) dan, Buhari / Cem’ul Fevaid

Kaynak: DİB ve Muhtelif