10 Temmuz 2014 Perşembe

168 11 Temmuz 2014 Cuma 02:05 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.................Susuz çeşmeler

Susuz çeşmeler


Akmayan bir çeşme gördüğünüzde neler hissedersiniz ? Su aksın; insan, hayvan, kuş, börtü böcek kana kana içsin diye yapılan çeşmeler niye kurumuştur hiç düşündünüz mü ? 

Sahi, yolcu susuzluğunu gidersin, çocuklar üstünü ıslatsın, çalışan elini yüzünü yıkasın temizlensin, serinlesin diye akıp duran geçmiş zaman çeşmelerine ne oldu ? 

Biz bir  zaman yolculuğu yaptık ta, boyutlarımız mı farklılaştı ? Biz onları görüyoruz, onlar da bize bakıyor. Ama bir tuhaflık var donuk, cansız yüzlerinde. Gözleri açık giden ölüler gibiler. Varlık nedeni su artık akmıyor musluklarından. Sanki günümüz insanının yaşam sevinci gibi, çeşmelerin de suyu kurumuş. 


Sizi bilmem ama, musluğu kırık ya da kör tapayla iyiden tıkanmış bir çeşme gördüğümde yüreğim sızlar. Varoluş sebebine aykırı, boynu bükük, küsmüş kalmış susuz çeşmeler içimi acıtır. 

Ne kadar da süslü olsalar geriye taştan tuğladan soğuk ve yalnız bedenleri kalmıştır. Halbuki akıp duran su onların canıydı, ruhuydu. O olmayınca en kaliteli mermerin bile hiçbir sıcaklığı yok. Küçük büyük, eski yeni  fark etmiyor; hepsi içi doldurulup mumyalanmış kuşlara, hayvanlara, geçmiş zamanlardan kalmış arkeolojik kalıntılara benziyorlar. Seyirlik, ama susuz, coşkusuz ve cansız.

Çok değil 40-50 yıl öncesine kadar hayatın tam merkezindeydiler. İnsanın olduğu, hayvana yakın, sokağın,meydanın, kırın, yolların can damarıydı çeşmeler. Çocukluk anılarımızın baş köşesindeydiler. 

Akıp duran suyu gibi en taze haberlerin, en tatlı sohbetlerin, can yakan sevdaların da kaynağıydı çeşmeler. O günün gazetesiydi, televizyonuydu, internetiydi çeşme başları. 

Hayır için yarışan dedelerimizin ilk düşündüğü şeydi su getirmek, çeşme yaptırmak. Hacetlerin, ihtiyaçların olmazsa olmazı olarak düşünülürdü eskiden. Mesela ecdat uygun yerlere namazgâh çeşmeleri bile yapmıştı. Çeşmeden abdestini alan kişi hemen yanı başında, hafifçe yüksek çevrilmiş bir yerde  namazını kılabilsin diye.

Hikayelere konu olmuş, adına türküler yakılmış, nice şairlere ilham kaynağı olmuştular. Hayvanların sulandığı, yolların kesiştiği, sevdalı gençlerin buluştuğu, susamış dudakların kana kana doyduğu yerlerdi çeşmeler. Sosyal hayatın kalbiydi bu mekanlar. Eski yeni, küçük büyük, süslü sade, oluklu veya musluklu çeşmeler her ortamda etrafındaki hayata can  kaynağı olmuştu. 

Peki ne oldu o güzelim çeşmelere ? Nasıl oldu da onları böyle diri diri tarihe gömdük ? Hangi akılla, ne çeşit bir vicdanla kör tıpalarla hadım ettik onları ?  Sadece içimi değil akışı bile hayat veren o sesleri nasıl olup da boğduk?

Adında "su" olan bir yerde doğup büyüdüm ben. Köyümde gözümü açtığımda gördüğüm gürül gürül akan çeşmelerdi. Henüz evlere su gelmemişti. Yaşlı annemin deyişiyle daha duvardan su akmıyordu. Köyün kızları bakraçlarla su taşırlardı evlere.  Bereket kaynağı çeşmeler biteviye onların bakırlarını güğümlerini doldurur, yalaklarında  günde üç posta hayvanlar sulanır, akıp giden fazla suyla da aşağıda sıralanmış bahçeler, bağlar şenlenirdi. Oluktan fışkıran suyun bir damlası bile israf edilmezdi yani. Görünümü billur gibi, içimi tatlı, serin ve yumuşaktı.

Kasabamda da neredeyse her sokakta çeşme bulunurdu. Çataldağdan inen çaylak suyuydu akan. Oynarken susadığımızda kana kana içer, birbirimizi ıslatırdık. Büyükler tatlı su istediğinde elimize tutuşturulan güğüm, bakır ya da sürahilerle çeşmenin yolunu tutardık. Tek farkları musluklu olmalarıydı. 

Üniversite tahsilimi yapmak üzere İstanbul'a gittiğimde sokak çeşmelerinin musluklarının kırık ya da tıkalı olması beni çok şaşırtmıştı. Bir, iki, üç....hepsi de mi bozuktu bunların. Çoklukla yayan yürüyor, tabi ki susuyordum. Karşıdan görüp yanına seyirttiğim her çeşmede su olmamasına epey kızmıştım.

Karnım da acıkınca bir lokantada, çekinerek yediğim kuru fasulye pilav yanına su istemiştim. "Şişe mi terkos mu ?" diye sorulunca da ne diyeceğimi bilememiştim. Biz memlekette lokantaya girsek hemen bir sepet ekmekle buz gibi dolu bir sürahi getirirlerdi önce. 

Şişeyle gelen suyu bir dikişte bitirmiştim ama peşinden gelen hesap ta bir tokat gibiydi. Eminim "Yakında nefes aldığımız havaya da para vereceğiz" dediklerinde hayretten ağzım bir karış açık kalmıştır. İşte bu "terkos" lafını daha ilk orada duymuştum.

Anlatılanlar ilginçti. Adını bir içme suyu gölü olan terkos'tan alan şirket suyu paralı satmak için İstanbul çeşmelerinin musluklarını kırmış, borularını tıkamış, su yollarını bozmuş. Asri hayat gereği evlere su gelmiş ama canım çeşmeler de kurutulmuştu ! 

İşte o "terkos"u şehirlerde suyu evlere getirip duvarlardan akıtan ama o güzelim çeşmelerin de canına ot tıkayan bir mücrim gibi hatırlarım. Sadece İstanbul'da değil benim kasabama kadar eli kolu her yere uzanmış, ne kadar çeşme cinayeti varsa hepsini o işlemişti.  

Tabi hemen ardından şişelenmiş sular dönemi gelmiş. Şimdilerde zaman pet şişe dönemi. Düşünsenize o muhteşem osmanlı çeşmelerinin bile etrafı bugün turistlere su satanlarla dolu. Çöp kutuları ağzına kadar pet şişe, kalanlar da etrafa saçılmış durumda. Tam bir karikatür yani.

Çok sonraları susuz İstanbula su getiren koca Mimar Sinan'ın başına gelenleri öğrenince demek bu işler ta o zamandan böyle başlamış, hala da öyle yürüyor dedim kendi kendime.  

Kanuni sormuş: "Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün mü ?" Mimarbaşının cevabı: "Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var." "Nedir o mimarbaşı?" "Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir." Kanuni'nin cevabı şu olmuş: "Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."

Mimar Sinan kolları sıvamış ve İstanbul'un dışındaki suları toplayıp İstanbul'a getirmiş. Şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu halka akıtmış. Böylece "Kırk Çeşme suları" akmaya başlamış. Tabi o zamanlar musluk gibi bir şey yok. Sular bostanlara, yollara akıyor. Bunun üzerine ilk defa İstanbul'da lüle denen bir çeşit musluk konmuş çeşmelere. Kanuni de bir ferman çıkarmış ve demiş ki: "Bu çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice evine su çekemez."

Yine de Kanuni koca Sinan'a bir kadirbilirlik yapmış ve Süleymaniyedeki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel bir hat çekilmesine izin vermiş. Böylece Mimar Sinan evinde suyu olan tek kişi olmuş. Ancak, gün geçmiş Kanuni vefat etmiş, padişahlar, insanlar değişmiş. Bir gün 99 yaşındaki yaşlı Sinan'ın kapısı çalınmış. Gelen Topkapı Sarayı postacısı koca Sinan'ı divana çağırmaktaymış. 

Sinan Ağa, bastonuyla saraya gitmiş. Ona şöyle demişler: "Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, evinde çeşme varmış." "Evet," demiş Sinan, "Cihan Padişahı bana İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı özel müsaade vermişti."

Uzun münakaşalardan sonra divanda verilen karar şuymuş: "Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı için bir cezası olmamalıdır." Bu karardan sonra Sinan üzgün, bezgin vaziyette evine gelmiş. Yaşlı adam hastalanıp yatağa düştüğünde, bir bezi suya batırıp dudağını ıslatmak istemişler ama bakmışlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. 

İşte böyle, İstanbul'a su getiren koca Sinan'ın, susuz bir evde vefat ettiğini biliyor muydunuz ?


Yaşanmış bu acı hatıraya, başlarına gelen onca şeye rağmen tarih boyunca çeşmeler bizim kültürümüzün bir parçası oldular. Zira İslam coğrafyasında su kaynaklarının kıtlığından dolayı çeşme, sebil gibi yapıların yaptırılması makbul bir hayır ve ibadet olarak görülüyordu. 

Bu yüzden su ve çeşme işlerinde dini referanslar önemliydi. Örneğin İstanbul’da yüzlercesi bulunan tarihi miras çeşmelerde ‘Her şeyi sudan canlı kılıp hayat verdik’ ayetine bol bol rastlanır. 

Bakarsanız Osmanlı ülkesinin her yanının böyle her biri birer sanat eseri niteliğinde çeşmelerle donatıldığını görürsünüz. Özellikle İstanbul'un bu konuda çok ayrı bir yeri var tabi. Çünkü şehirlerin en güzeli İstanbul'un adeta bir çeşmeler kanaviçesi gibi işlendiği açık. Çeşmeler sadece su ihtiyacını karşılamak üzere değil, mimarisi, konumu ve işlevi ile sokağa güzellik katacak şekilde de yapılmış. Elbette tezyinat, hüsn-ü hat ve şiir gibi sanat dalları ile mermer işleme sanatının en iyi örnekleriyle bezeli olarak. Demek vakti zamanında şairlerin marifetlerini gösterebilecekleri mekânlarmış çeşmeler. 

Okuduğum yazılar son dönemde yapılan restorasyonlardan önce İstanbul Fatih semtinden Kabataş’a kadar yol güzergâhı üzerindeki çeşmelerin çoğunun durumunun içler acısı olduğunu anlatıyor. Sözde modern ve çağdaş insanın hoyratlığından da nasibini almış bu zarif yapılar. İçleri ve etrafları çöplük olmuş. Hatta atıl vaziyette oldukları için bazı kendini bilmezlerin sokak yazılarıyla da kirletilmişler. 

Bugün restore edilip eski görünümlerine kavuşsalar da ne yazık ki çeşmelerin neredeyse tamamı artık eski işlevini kaybetmiş durumda. Hiçbirinden su akmıyor. Nedense tüm çeşmeler mühürlü.

Sanki büyük bir çeşme katliamı olmuş. Bu eserleri inşa edenler bunlar kurusun, suyu akmasın diye yapmadı herhalde. Aslında kurutulan sadece o çeşmeler değil, bin yıllık su kültürü. Tüm bir su medeniyetini pet şişelere sıkıştırıp bundan ganimet elde etmeye çalışmak akıl alacak şey değil. 

Ben çeşmeyi insana benzetirim. Bedenlerinin var oluş nedeni içlerindeki candır, sudur. Can da su da durağan değil. Canı olmayan bedeni bir an önce toprağa vermek istersiniz. Suyu akmayan çeşmeyi ne yapacaksınız ? Suyun güzelliği ve faydası akışında. Akmayan, durgun su bile mecbur kalınmadıkça içilmez. Su akacaktır, akmalıdır. 

Can da ömür teknesinde akıp gider sonsuza. Göze gibi doğar, derelerden çeşmelerden akar gibi çağıldar yaşamında. Hedefi vakti saatinde deryasına kavuşmaktır. Paylaşır, çoğalır, insana dönüşür, olgunlaşır bu süreçte. Günü geldiğinde de toprak olur, buhar olup aslına döner. 

Dünyada su iyilikle, hayırla anılmıştır. Can da iyilik yapmaya, hayır işlemeye ayarlanmış. Öyle olmayan can sevilmiyor, tıpkı akmayan çeşmenin insana soğuk gelmesi gibi.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

167 08 Temmuz 2014 Salı 05:32 KAYIP DEFTER'den.............................Ramazan geldi hoş geldi

Ramazan geldi hoş geldi


Ramazan hazırlıkları
Ramazan yaklaşıyordu. Geçen yıl bayramdan sonra göreve başlamıştım. Bu yıl yurtta ilk Ramazanım olacaktı. 

Daha önceki yıllarda iftar kuyruğunda yaşanan kavgalar henüz unutulmamıştı. Bu nedenle hem öğrenci hem de personel ciddi şekilde gergindi. Ramazan ayı böyle olmamalı, huzur ve barış içinde geçmeliydi. Oruç ve kur'an ayının manevi iklimi burada da hissedilmeliydi. Kin ve kavgayla değil, hoşgörü ve selametle hatırlanmalıydı. 

Bunun için öncelikle kantinde bazı önlemler almalıydım. Alınacak önlemler hem güvenlik anlamında etkin olmalıydı, hem de öğrenci kitlesinin ilgi ve sempatisini toplamalıydı. Bu yüzden ramazan öncesi ciddi bir hazırlık süreci başlattım. 

İlk olarak kepçeci sayısını arttırarak yemek kuyruğunu dört farklı noktadan aynı anda vermeyi planlayarak işe başladık. İki sıra sadece iftarlık tabldot uygulaması için olacaktı. Tabldot uygulaması iftar saatinin sıkışık vaktinde öğrencilerin hızla yemeklerini alabilmelerine yardımcı olacaktı. Ayrıca o akşam tabldot yemeğinin görülebilmesi için de merdiven başına ayaklı bir menü tahtası yerleştirmeyi düşünmüştük. 

Bu uygulamalar gerçekten işe yaramıştı. Bu şekilde hem iftar saatinde aynı kuyrukta yığılma ve gerginlikler önlenmiş, hem de yenilik sayılabilecek bu gibi önlemlerle öğrencinin hayatına renk katılmıştı.

Bloklarda çay
İftardan sonra kantindeki yoğunluğu azaltacak bir başka yenilik de bloklara çay makinaları yerleştirmek olacaktı. Böylece her blokta var olan kantin alanları şenlenecek, öğrencilerin bloklarında çay içmeleri mümkün hale gelecekti. 

Bu mekanlarda masa, sandalye ve televizyon olmasına rağmen en basit çay ihtiyacı için bile büyük kantine gitmek gerekiyordu. Bu durum özellikle kız bloklarında zaten sürekli şikayet konusuydu.  Erkek bloklarında da  aslında yasak olan, ancak önüne geçilemeyen odalarda ısıtıcı kullanımı bilhassa ramazanda çok artıyordu. Bu tedbirin önemli ölçüde sorunu azaltabileceğini düşünüyorduk. Böylece gayet doğal bir ihtiyacı, öğrencinin çay ihtiyacını yerinde karşılayabilecektik.

Bu konuda en büyük sorun minimum elemanla çalışmaya ve ana kantinde satış yapmaya ayarlı işletmecinin hizmeti bloklara yaymakta isteksiz davranmasıydı. Neyse, Ramazan ayına özel böyle bir uygulama için onu resmen zorladık. Ardından, çay kazanlarını sipariş ettirdik. Son olarak firma elemanlarından bazılarını ikinci iş olarak iftardan sonra ve sahurda blok kantinlerinde hizmet vermeleri için ayarladık.

Çay makinalarının lezzeti belki klasik demleme gibi olmayacaktı, ama ihtiyacı karşılayabilirdi.  Çünkü yanında ayrıca bisküvi çeşitleri, sandviç, ayran ve meşrubat da satılacaktı. Hatta sıcak su ile hazır çorba imkanı da sunulacaktı isteyenlere. Böylece belki oruç tutmak isteyip de sahur saatinde dışarı çıkıp kantine gidemeyenler için bir kolaylık, farklı bir alternatif olacaktı bu hizmet.

Yalnız bazı bloklarda kantin için bir yer olmasına rağmen çay makinası ve diğer malzemenin konulabilmesi için banko tipi bölmelere ihtiyaç vardı. Hayatımda yaptığım belki en komik, en acemice işlerdi. Ne yapabiliriz diye düşünüp,  eski yeni demeden elimizde ne varsa demir, ahşap, tahta, sunta vs. malzemeden küçük bölmeler yaptık o bloklara. Başlangıçta ortamda çok komik ve eğreti durdular, gecekondu gibiydiler. Ancak boya, cam ve kantin malzemesi sayesinde iyi kötü bir şeye benzediler. 

Böylece, işletmecinin bloklarda hizmet vereceği, malzemesini kilit altına alabileceği küçük kantincikler tamamlanmıştı. Artık öğrencinin baştan beri şikayet ettiği bir ihtiyaç karşılanmış, müstecirin de yapmamak için herhangi bir mazereti kalmamıştı.

Yurtta Ramazan
Blok kantinleri uygulamasından belki daha delicesi yurtta ezan okunması ve teravih kılınması fikriydi. Personelimin bu kadarı da olmaz bakışları ve sonu gelmez itirazlarına rağmen ben bu farklılığın yurdun normalleşmesine katkısı olacağına inanıyordum. 

Her sene kavgalı, olaylı, gergin bir ramazan yerine, bu yıl ibadet ihtiyacı karşılanmış bir ramazan geçirecektik. Öğrencilerin böyle bir ortamı koruyup kollayacağını ümid ediyor, hatta bekliyordum. Bu manevi destek de inşallah bize iyi gelecekti.

İlk iş olarak Bursa müftülüğü ve ilahiyat fakültesiyle görüşüp onların desteğini almaya çalıştım. Bana yardımcı olacaklarını söylediler. Gerçekten de müftülük teravih için tahsis ettiğim büyük salonu tamamen dolduracak kadar halı verdi depolarından. İlahiyat fakültesinden görevlendirilecek hocalar da bütün ramazan boyunca teravih öncesinde vaaz edecek ve namaz kıldıracaklardı. 

Bir tek eksiğimiz kalmıştı; ezan. Onu da salonun kuzey doğu dış köşesine, kantine ve bloklara dönük iki yeni hoparlör monte ederek çözdük. Akşam ezanını da yurttaki ilahiyat öğrencileri okuyacaktı.

Ezan ve teravih
Bu yıl Ramazan 23 Şubat Salı günü başlamıştı. İlk ezanı beklerken bayağı heyecanlıydık. Bir taraftan şükrediyor, bir taraftan da nasıl karşılanacağını merak ediyorduk. Bu yüzden ilk iftarı öğrencilerle birlikte yapmak istedim. 

Tabldot kuyruğunda iken yüksek sesle hoparlörden gelen ezan sesi gayet net işitiliyordu. Kısa bir şaşkınlıktan sonra, kuyruktakilerden ve masalarında radyodan ezan bekleyen öğrencilerden bir sevinç nidası yükseldi. Ardından, herkes iftar etmenin acelesine daldı. Mutluydum, gençler bu sesi sevmişlerdi, başarmıştık.

İdare binasının üst katı olağanüstü bir gün yaşıyordu. Bütün ışıklar açılmış, teravih için hazırladığımız salon apaydınlık olmuştu. Akşam namazını Selim kıldırdı. Ezanı da o okumuş. Duadan sonra alıcı bir gözle çevreme baktım. Durum gerçekten gurur vericiydi. Salon boydan boya Bursa camilerinden çıkan eski yün halılarla kaplanmış, mihrap seccadesi, tesbihleri ve kur'anı kerimleriyle tam bir mescid haline getirilmişti. 

Baktım, bir çok meraklı öğrenci gelmiş inanamayan gözlerle etrafı seyrediyorlardı. Evime gidemedim, ilahiyattan gelen öğretim üyesi çok güzel bir vaaz verdi. Sonra da o heyecan ve huzurla ilk teravihimizi çok kalabalık bir şekilde kıldık. Çıkarken etrafımda oldukça fazla sayıda yabancı öğrenci gördüm. Yaptığımız iyilik ölçüsüzdü, bir kez daha mutlu oldum.

Barış içinde bir ramazan
Ramazanın üçüncü günü bir Cuma akşamı bazı kız öğrencilerin talebi üzerine kültür merkezinde mevlid okundu. 

Vakit ikindi ile iftar saati arasında, hava da oldukça yumuşaktı. Yanımda iki Müdür yardımcısı ve birkaç yönetim memuru merdivenlere çıkıp minder üzerinde okunan kur'an-ı kerim ve mevlidi dinledik. 

Söylediklerine göre kültür merkezi kız öğrencilerle dolmuş, erkekler de  gruplar halinde kimisi sandalye, kimi tretuvar üzerine, kimi de  çimenlere oturmuşlar.  Okuyanların sesini rahatça duyabiliyorduk. Duaya iştirak ettik ve o gün ilk kez evime iftar etmeye gittim.

Kadir gecesi de 20 Mart Cumartesi günüydü. O gece yabancı öğrencilerle birlikte gerçekten muhteşemdi. 

Yurtta ezan okunması, vaaz dinlenmesi ve toplu teravih kılınması inanılması güç şeylerdi. Ne var ki, bütün bunlar başarılmıştı. Ramazan ayı süresince kavgasız dövüşsüz iftarlar, canlı sahurlar yaşadık. Değişik ağızlardan vaaz ve sohbetler dinledik, coşku içinde teravih namazları kıldık, huzur içinde oruç tuttuk.  Ramazan ayı barış içinde geçmişti. 

Bu arada sayılı günler bitmiş, yurt bayram havasına girmişti. Ramazan bayramı Mart ayının son haftası  olacaktı ve Çarşambadan Cumaya kadar dokuz günlük bir tatil fırsatıyla gelmişti. O yüzden öğrencinin çoğu kadir gecesinden sonraki gün yurttan ayrılmaya başladı. 

Ben de ailemle birlikte hemen 100 km. uzaklıktaki memleketime gitmeye hazırlanıyordum. Elbette bayram ziyaretiydi amacım. Kendimi gerçekten yorgun ama mutlu hissediyordum. Bu tatil bize maddi, manevi bir mükafat gibi gelmişti.