Akmayan bir çeşme gördüğünüzde neler hissedersiniz ? Su aksın; insan, hayvan, kuş, börtü böcek kana kana içsin diye yapılan çeşmeler niye kurumuştur hiç düşündünüz mü ?
Sahi, yolcu susuzluğunu gidersin, çocuklar üstünü ıslatsın, çalışan elini yüzünü yıkasın temizlensin, serinlesin diye akıp duran geçmiş zaman çeşmelerine ne oldu ?
Biz bir zaman yolculuğu yaptık
ta, boyutlarımız mı farklılaştı ? Biz onları görüyoruz, onlar da bize bakıyor. Ama
bir tuhaflık var donuk, cansız yüzlerinde. Gözleri açık giden ölüler gibiler. Varlık nedeni su artık akmıyor musluklarından.
Sanki günümüz insanının yaşam sevinci gibi, çeşmelerin de suyu kurumuş.

Sizi bilmem ama, musluğu kırık ya da kör tapayla iyiden tıkanmış bir çeşme gördüğümde yüreğim sızlar. Varoluş sebebine aykırı, boynu bükük, küsmüş kalmış susuz çeşmeler içimi acıtır.
Ne kadar da süslü olsalar geriye taştan tuğladan soğuk ve yalnız bedenleri kalmıştır. Halbuki akıp duran su onların canıydı, ruhuydu. O olmayınca en kaliteli mermerin bile hiçbir sıcaklığı yok. Küçük büyük, eski yeni fark etmiyor; hepsi içi doldurulup mumyalanmış kuşlara, hayvanlara, geçmiş zamanlardan kalmış arkeolojik kalıntılara benziyorlar. Seyirlik, ama susuz, coşkusuz ve cansız.
Çok değil
40-50 yıl öncesine kadar hayatın tam merkezindeydiler. İnsanın olduğu, hayvana yakın, sokağın,meydanın, kırın, yolların can damarıydı çeşmeler. Çocukluk anılarımızın baş köşesindeydiler.
Akıp duran suyu gibi en taze haberlerin, en tatlı sohbetlerin, can yakan sevdaların da kaynağıydı çeşmeler. O günün gazetesiydi, televizyonuydu, internetiydi çeşme başları.
Hayır için yarışan dedelerimizin ilk düşündüğü şeydi su getirmek, çeşme yaptırmak. Hacetlerin, ihtiyaçların olmazsa olmazı olarak düşünülürdü eskiden. Mesela ecdat uygun yerlere namazgâh çeşmeleri bile yapmıştı. Çeşmeden abdestini alan kişi hemen yanı başında, hafifçe yüksek çevrilmiş bir yerde namazını kılabilsin diye.
Hikayelere konu olmuş, adına türküler yakılmış, nice şairlere ilham kaynağı olmuştular. Hayvanların sulandığı, yolların kesiştiği, sevdalı gençlerin buluştuğu, susamış dudakların kana kana doyduğu yerlerdi çeşmeler. Sosyal hayatın kalbiydi bu mekanlar. Eski yeni, küçük büyük, süslü sade, oluklu veya musluklu çeşmeler her ortamda etrafındaki hayata can kaynağı olmuştu.
Peki ne oldu o güzelim çeşmelere ? Nasıl oldu da onları böyle diri diri tarihe gömdük ? Hangi akılla, ne çeşit bir vicdanla kör tıpalarla hadım ettik onları ? Sadece içimi değil akışı bile hayat veren o sesleri nasıl olup da boğduk?
Hayır için yarışan dedelerimizin ilk düşündüğü şeydi su getirmek, çeşme yaptırmak. Hacetlerin, ihtiyaçların olmazsa olmazı olarak düşünülürdü eskiden. Mesela ecdat uygun yerlere namazgâh çeşmeleri bile yapmıştı. Çeşmeden abdestini alan kişi hemen yanı başında, hafifçe yüksek çevrilmiş bir yerde namazını kılabilsin diye.
Hikayelere konu olmuş, adına türküler yakılmış, nice şairlere ilham kaynağı olmuştular. Hayvanların sulandığı, yolların kesiştiği, sevdalı gençlerin buluştuğu, susamış dudakların kana kana doyduğu yerlerdi çeşmeler. Sosyal hayatın kalbiydi bu mekanlar. Eski yeni, küçük büyük, süslü sade, oluklu veya musluklu çeşmeler her ortamda etrafındaki hayata can kaynağı olmuştu.
Peki ne oldu o güzelim çeşmelere ? Nasıl oldu da onları böyle diri diri tarihe gömdük ? Hangi akılla, ne çeşit bir vicdanla kör tıpalarla hadım ettik onları ? Sadece içimi değil akışı bile hayat veren o sesleri nasıl olup da boğduk?
Adında "su" olan bir yerde doğup büyüdüm ben. Köyümde gözümü açtığımda gördüğüm gürül gürül akan çeşmelerdi. Henüz evlere su gelmemişti. Yaşlı annemin deyişiyle daha duvardan su akmıyordu. Köyün kızları bakraçlarla su taşırlardı evlere. Bereket kaynağı çeşmeler biteviye onların bakırlarını güğümlerini doldurur, yalaklarında günde üç posta hayvanlar sulanır, akıp giden fazla suyla da aşağıda sıralanmış bahçeler, bağlar şenlenirdi. Oluktan fışkıran suyun bir damlası bile israf edilmezdi yani. Görünümü billur gibi, içimi tatlı, serin ve yumuşaktı.
Kasabamda da neredeyse her sokakta çeşme bulunurdu. Çataldağdan inen çaylak suyuydu akan. Oynarken susadığımızda kana kana içer, birbirimizi ıslatırdık. Büyükler tatlı su istediğinde elimize tutuşturulan güğüm, bakır ya da sürahilerle çeşmenin yolunu tutardık. Tek farkları musluklu olmalarıydı.
Kasabamda da neredeyse her sokakta çeşme bulunurdu. Çataldağdan inen çaylak suyuydu akan. Oynarken susadığımızda kana kana içer, birbirimizi ıslatırdık. Büyükler tatlı su istediğinde elimize tutuşturulan güğüm, bakır ya da sürahilerle çeşmenin yolunu tutardık. Tek farkları musluklu olmalarıydı.
Üniversite tahsilimi yapmak üzere İstanbul'a gittiğimde sokak çeşmelerinin musluklarının kırık ya da tıkalı olması beni çok şaşırtmıştı. Bir, iki, üç....hepsi de mi bozuktu bunların. Çoklukla yayan yürüyor, tabi ki susuyordum. Karşıdan görüp yanına seyirttiğim her çeşmede su olmamasına epey kızmıştım.
Karnım da acıkınca bir lokantada, çekinerek yediğim kuru fasulye pilav yanına su istemiştim. "Şişe mi terkos mu ?" diye sorulunca da ne diyeceğimi bilememiştim. Biz memlekette lokantaya girsek hemen bir sepet ekmekle buz gibi dolu bir sürahi getirirlerdi önce.
Şişeyle gelen suyu bir dikişte bitirmiştim ama peşinden gelen hesap ta bir tokat gibiydi. Eminim "Yakında nefes aldığımız havaya da para vereceğiz" dediklerinde hayretten ağzım bir karış açık kalmıştır. İşte bu "terkos" lafını daha ilk orada duymuştum.
İşte o "terkos"u şehirlerde suyu evlere getirip duvarlardan akıtan ama o güzelim çeşmelerin de canına ot tıkayan bir mücrim gibi hatırlarım. Sadece İstanbul'da değil benim kasabama kadar eli kolu her yere uzanmış, ne kadar çeşme cinayeti varsa hepsini o işlemişti.
Tabi hemen ardından şişelenmiş sular dönemi gelmiş. Şimdilerde zaman pet şişe dönemi. Düşünsenize o muhteşem osmanlı çeşmelerinin bile etrafı bugün turistlere su satanlarla dolu. Çöp kutuları ağzına kadar pet şişe, kalanlar da etrafa saçılmış durumda. Tam bir karikatür yani.
Uzun münakaşalardan sonra divanda verilen karar şuymuş: "Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı için bir cezası olmamalıdır." Bu karardan sonra Sinan üzgün, bezgin vaziyette evine gelmiş. Yaşlı adam hastalanıp yatağa düştüğünde, bir bezi suya batırıp dudağını ıslatmak istemişler ama bakmışlar ki, evindeki musluktan su akmıyor.
İşte böyle, İstanbul'a su getiren koca Sinan'ın, susuz bir evde vefat ettiğini biliyor muydunuz ?
Yaşanmış bu acı hatıraya, başlarına gelen onca şeye rağmen tarih boyunca çeşmeler bizim kültürümüzün bir parçası oldular. Zira İslam coğrafyasında su kaynaklarının kıtlığından dolayı çeşme, sebil gibi yapıların yaptırılması makbul bir hayır ve ibadet olarak görülüyordu.
Bu yüzden su ve çeşme işlerinde dini referanslar önemliydi. Örneğin İstanbul’da yüzlercesi bulunan tarihi miras çeşmelerde ‘Her şeyi sudan canlı kılıp hayat verdik’ ayetine bol bol rastlanır.
Karnım da acıkınca bir lokantada, çekinerek yediğim kuru fasulye pilav yanına su istemiştim. "Şişe mi terkos mu ?" diye sorulunca da ne diyeceğimi bilememiştim. Biz memlekette lokantaya girsek hemen bir sepet ekmekle buz gibi dolu bir sürahi getirirlerdi önce.
Şişeyle gelen suyu bir dikişte bitirmiştim ama peşinden gelen hesap ta bir tokat gibiydi. Eminim "Yakında nefes aldığımız havaya da para vereceğiz" dediklerinde hayretten ağzım bir karış açık kalmıştır. İşte bu "terkos" lafını daha ilk orada duymuştum.
Anlatılanlar ilginçti. Adını bir içme suyu gölü olan terkos'tan alan şirket suyu paralı satmak için İstanbul çeşmelerinin musluklarını kırmış, borularını tıkamış, su yollarını bozmuş. Asri hayat gereği evlere su gelmiş ama canım çeşmeler de kurutulmuştu !

Tabi hemen ardından şişelenmiş sular dönemi gelmiş. Şimdilerde zaman pet şişe dönemi. Düşünsenize o muhteşem osmanlı çeşmelerinin bile etrafı bugün turistlere su satanlarla dolu. Çöp kutuları ağzına kadar pet şişe, kalanlar da etrafa saçılmış durumda. Tam bir karikatür yani.
Çok sonraları susuz İstanbula su getiren koca Mimar
Sinan'ın başına gelenleri öğrenince demek bu işler ta o zamandan böyle başlamış, hala da öyle yürüyor dedim kendi kendime.
Kanuni sormuş: "Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün
mü ?" Mimarbaşının cevabı: "Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var." "Nedir
o mimarbaşı?" "Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir." Kanuni'nin cevabı şu olmuş: "Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin
mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben
keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."
Mimar Sinan kolları sıvamış ve İstanbul'un dışındaki suları toplayıp İstanbul'a getirmiş. Şehrin belli meydanlarında umumi
çeşmeler yaparak suyu halka akıtmış. Böylece "Kırk
Çeşme suları" akmaya başlamış. Tabi o zamanlar musluk gibi bir şey yok. Sular bostanlara, yollara
akıyor. Bunun üzerine ilk defa İstanbul'da lüle denen bir çeşit musluk konmuş çeşmelere. Kanuni de bir ferman çıkarmış ve demiş ki:
"Bu çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu
çeşmelerden gizlice evine su çekemez."
Yine de Kanuni koca Sinan'a bir kadirbilirlik yapmış ve Süleymaniyedeki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel bir hat çekilmesine izin vermiş. Böylece Mimar Sinan evinde suyu olan tek kişi olmuş. Ancak, gün geçmiş Kanuni
vefat etmiş, padişahlar, insanlar değişmiş. Bir gün 99 yaşındaki yaşlı Sinan'ın kapısı çalınmış. Gelen
Topkapı Sarayı postacısı koca Sinan'ı divana çağırmaktaymış.
Sinan
Ağa, bastonuyla saraya
gitmiş. Ona şöyle demişler: "Sinan Ağa,
hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su
almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, evinde çeşme varmış." "Evet,"
demiş Sinan, "Cihan Padişahı bana İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı özel müsaade
vermişti."
Uzun münakaşalardan sonra divanda verilen karar şuymuş: "Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı için bir cezası olmamalıdır." Bu karardan sonra Sinan üzgün, bezgin vaziyette evine gelmiş. Yaşlı adam hastalanıp yatağa düştüğünde, bir bezi suya batırıp dudağını ıslatmak istemişler ama bakmışlar ki, evindeki musluktan su akmıyor.
İşte böyle, İstanbul'a su getiren koca Sinan'ın, susuz bir evde vefat ettiğini biliyor muydunuz ?
Yaşanmış bu acı hatıraya, başlarına gelen onca şeye rağmen tarih boyunca çeşmeler bizim kültürümüzün bir parçası oldular. Zira İslam coğrafyasında su kaynaklarının kıtlığından dolayı çeşme, sebil gibi yapıların yaptırılması makbul bir hayır ve ibadet olarak görülüyordu.
Bu yüzden su ve çeşme işlerinde dini referanslar önemliydi. Örneğin İstanbul’da yüzlercesi bulunan tarihi miras çeşmelerde ‘Her şeyi sudan canlı kılıp hayat verdik’ ayetine bol bol rastlanır.
Bakarsanız Osmanlı ülkesinin her yanının böyle her biri birer
sanat eseri niteliğinde çeşmelerle donatıldığını görürsünüz. Özellikle İstanbul'un bu konuda çok ayrı bir yeri var tabi. Çünkü şehirlerin en güzeli İstanbul'un adeta bir çeşmeler kanaviçesi gibi işlendiği açık. Çeşmeler sadece su ihtiyacını karşılamak üzere değil, mimarisi, konumu ve işlevi ile sokağa güzellik katacak şekilde de yapılmış. Elbette tezyinat, hüsn-ü hat ve şiir gibi sanat dalları ile mermer işleme sanatının en
iyi örnekleriyle bezeli olarak. Demek vakti zamanında şairlerin marifetlerini gösterebilecekleri mekânlarmış çeşmeler.
Okuduğum yazılar son dönemde yapılan restorasyonlardan önce İstanbul Fatih semtinden Kabataş’a kadar yol güzergâhı üzerindeki çeşmelerin çoğunun durumunun içler acısı olduğunu anlatıyor. Sözde modern ve çağdaş insanın hoyratlığından da nasibini almış bu zarif yapılar. İçleri ve etrafları çöplük olmuş. Hatta atıl vaziyette oldukları için bazı kendini bilmezlerin sokak yazılarıyla da kirletilmişler.
Bugün restore edilip eski görünümlerine kavuşsalar da ne yazık ki çeşmelerin neredeyse tamamı artık eski işlevini kaybetmiş durumda. Hiçbirinden su akmıyor. Nedense tüm çeşmeler mühürlü.
Okuduğum yazılar son dönemde yapılan restorasyonlardan önce İstanbul Fatih semtinden Kabataş’a kadar yol güzergâhı üzerindeki çeşmelerin çoğunun durumunun içler acısı olduğunu anlatıyor. Sözde modern ve çağdaş insanın hoyratlığından da nasibini almış bu zarif yapılar. İçleri ve etrafları çöplük olmuş. Hatta atıl vaziyette oldukları için bazı kendini bilmezlerin sokak yazılarıyla da kirletilmişler.
Bugün restore edilip eski görünümlerine kavuşsalar da ne yazık ki çeşmelerin neredeyse tamamı artık eski işlevini kaybetmiş durumda. Hiçbirinden su akmıyor. Nedense tüm çeşmeler mühürlü.
Sanki büyük bir çeşme katliamı olmuş. Bu eserleri inşa edenler bunlar kurusun, suyu akmasın diye
yapmadı herhalde. Aslında
kurutulan sadece o çeşmeler değil, bin yıllık su kültürü. Tüm bir su medeniyetini pet
şişelere sıkıştırıp bundan ganimet elde etmeye çalışmak
akıl alacak şey değil.
Ben çeşmeyi insana benzetirim. Bedenlerinin var oluş nedeni içlerindeki candır, sudur. Can da su da durağan değil. Canı olmayan bedeni bir an önce toprağa vermek istersiniz. Suyu akmayan çeşmeyi ne yapacaksınız ? Suyun güzelliği ve faydası akışında. Akmayan, durgun su bile mecbur kalınmadıkça içilmez. Su akacaktır, akmalıdır.
Can da ömür teknesinde akıp gider sonsuza. Göze gibi doğar, derelerden çeşmelerden akar gibi çağıldar yaşamında. Hedefi vakti saatinde deryasına kavuşmaktır. Paylaşır, çoğalır, insana dönüşür, olgunlaşır bu süreçte. Günü geldiğinde de toprak olur, buhar olup aslına döner.
Dünyada su iyilikle, hayırla anılmıştır. Can da iyilik yapmaya, hayır işlemeye ayarlanmış. Öyle olmayan can sevilmiyor, tıpkı akmayan çeşmenin insana soğuk gelmesi gibi.
Ben çeşmeyi insana benzetirim. Bedenlerinin var oluş nedeni içlerindeki candır, sudur. Can da su da durağan değil. Canı olmayan bedeni bir an önce toprağa vermek istersiniz. Suyu akmayan çeşmeyi ne yapacaksınız ? Suyun güzelliği ve faydası akışında. Akmayan, durgun su bile mecbur kalınmadıkça içilmez. Su akacaktır, akmalıdır.
Can da ömür teknesinde akıp gider sonsuza. Göze gibi doğar, derelerden çeşmelerden akar gibi çağıldar yaşamında. Hedefi vakti saatinde deryasına kavuşmaktır. Paylaşır, çoğalır, insana dönüşür, olgunlaşır bu süreçte. Günü geldiğinde de toprak olur, buhar olup aslına döner.
Dünyada su iyilikle, hayırla anılmıştır. Can da iyilik yapmaya, hayır işlemeye ayarlanmış. Öyle olmayan can sevilmiyor, tıpkı akmayan çeşmenin insana soğuk gelmesi gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder