17 Nisan 2014 Perşembe

149 18 Nisan 2014 Cuma 09:37 ANKARA HASTALIKLARI....................Zamanın kara delikleri; kapılarda beklemek

Zamanın kara delikleri; kapılarda beklemek


Özel kalemleri hiç sevmem. Bekleşen umutların, dertlerin üstüste yığıldığı yerlerdir oralar. Geceden kalmış bir mesai kokusu sinmiştir etrafa. 

Ayağınızı bastığınız döşemelerde defalarca yapılmış sabah temizliğinin ağır tortusunu hissedersiniz. İç içe kapılar, kaykılmış tablolar, sigara zamanlarından kalmış küllükler, masalarda imza bekleyen yığınla dosya eşlik eder size. Minderi çökmüş koltuklar, aynı hizada özenle sıralanmış  ciltli kitaplar, sırtı yazılı klasörler. Hepsi bu mekanların olmazsa olmaz müdavimleridir.

Arkası gelmeyen telefon görüşmeleri yapılır oralarda. Klavye takırtıları hiç bitmez. Fotokopiler, faks kağıtları, yazılar, mektuplar, gazeteler dolaşır elden ele.

Bekleme odaları, "sizi şöyle alalım" la başlayıp, "ne içersiniz" le avutmaya kurulu zaman duraklarıdır. Burada bir türlü geçmeyen dakikalar, karıştırılan çay tıkırtılarında eritilmeye çalışılır. 

İyice dikkat ederseniz duvarlarda, tavanda, koltuklarda daha önce burada beklemiş yüzlerce siluetin gölgesini hissedersiniz. Patrona bağlı, evine geç giden sekreterlerin, hizmetlilerin memnuniyetsizlikleri de sinmiştir ağır havasına.

İç içe geçmiş, birbirinin üstüne yığılmış bedenler. Acılı, umutlu, vehimli, sevinçli, saf, kurnaz çehreler. Buraya gelene kadar bir sürü engel aşmış, takatinin son deminde, bekleşen düşünceler. Ne diyecekse üç beş dakikaya sığdırılacak, makamın iki dudağı arasından çıkacak birkaç kelimeyle hükmü verilecek dertler. Hepsi bu küçücük mekanlara kazınmıştır sanki.

Bazılarında asıl makamdan önce "özel kalem makamı" ndan da geçirilirsiniz. Patronun büyüklüğüne bağlıdır bu protokol. O azamet, o kibir sekreterinden memuruna, hizmetlisinden müdürüne hepsine de sirayet etmiş görünür bu dünyada. Halleri, tavırları bir başkadır. Biraz da makamın cakasını satarlar hani. Öyle ya, onlar içeriye teklifsiz giren çıkan özel kişilerdir.

Bir eda, bir tavır sezilir yürüyüşlerinde, konuşmalarında. İki kapı arasında kıraldan fazla kıralcı onlardır. Onların sözü geçer bu arastada. Ellerindeki "protokol" gücünü son kertesine kadar kullanırlar. Hemen arkalarındaki güçlü ve parıltılı dünyanın, eli mızraklı kapı bekçileridir onlar. 

İnsanlara "Randevunuz var mıydı ?" diye sorarlar. Bakışları biraz haincedir sanki. Sinirleri alınmış, duyguları gizlenmiş aşılmaz bir engel vardır karşınızda. Bekleyen, yüreği ağzında, her kapı açılışında içeri alınmayı gözleyen heyecanlı insanlara inat. 

Beklerken etrafınızı da gözlersiniz ister istemez. Gelip giden çalışanları görürsünüz mesela. Koltuğunun altında imza dosyası, alelacele çağrıldığı anlaşılan memur sekreterle gözleriyle anlaşır. İçeriye haber verilir, memur iliklenmiş ceketini, gravatını bir kez daha kontrol edip gülümsemeye çalışan bir yüzle kapıyı tıklatır. 

Müdürler az bir bekleyip içeri görevli refakatinde alınırlar. Başkanlarınsa işi hep aceledir. "Günaydın, Nasılsınız ?, İçerde mi ?" gibi kısa sözcükler ve doğru içeri. Çıkanlar ya alı al moru mor, ayakları birbirine dolaşarak gider, ya da ağzı kulaklarında rahatlamış olarak.

Bazen de hatırlı misafirler gelir. Bunu makam sahibinin onları kapıda karşılamasından anlarsınız. Bekletilmezler, sanki daha önceden randevuluymuşlar gibidir. Bu arada bekleyenler diğerleri olarak dakikaları saymaya devam ederler tabi.

Bekletilme bazen de "stratejik" olarak kullanılan bir yöntemdir. Örneğin pek de hatırlı olmayan ziyaretçiler, ya da taleplerinden artık yaka silkilenler rahatsız edici bir "öteki" muamelesi görürler. İzlerseniz böylelerinin de aslında epey yüzsüz olduğunu fark edersiniz. Hani kapıdan kovulup bacadan giren tiplerdir bunlar. 

Bekletilme nadiren bir "sınav" olarak da denenir. Çünkü birilerinin sabrı test edilmelidir. Gösterilen tahammül, kişinin dileğinin ne kadar samimi olduğunun da göstergesidir. O yüzden böyleleri özellikle daha fazla bekletilir. 

Bazen bütün gün, hatta gece yarısına kadar beklemek doğrusu her babayiğidin harcı değildir.

Beklemenin zaman ilerledikçe talep eden kişi üzerinde olumsuz bir etkisi oluyor. Başlangıçta kızgın gelmiş, heyecanı canlı, beklentisi yüksek biri böyle bir tünel içine girdiğinde neredeyse sadece "görüşebilmeyi" ister hale gelebiliyor. Olmasını istediği şeyi unutup, bir an evvel bu azaptan kurtulmayı dilemeye başlıyabiliyor.  Kişi için o görüşme artık bir araç olmaktan çıkıp bir amaç haline dönüşebiliyor. Bu da baskı altındaki makam sahibine büyük bir avantaj sağlıyor tabi ki.

Ankara gibi yetkilerin merkezde toplandığı bu düzen, başkent bürokrasisinin de enerji kaynağı aslında.  Uzayan görüşme kuyrukları, özel kalemde bekleyenlerin çokluğu o kişide varsayılan gücü de simgeliyor. Bu güç aynı zamanda önemli bir itibar kaynağı ve o makamda kalabilmenin de sigortası. 

Hep kötü açıdan bakmamak lazım, bu tarz çalışma yöntemine samimiyetle inanan yöneticiler de tanıdım. Yıllar önce yakın çalıştığım genel müdür gecenin hayli ilerleyen bir saatinde bu tür uzayan görüşmeler nedeniyle baygınlık geçirmişti. Herkesle görüşmesini, onlarla beraber çok fazla çay kahve ve sigara içmesini doğru bulmuyorduk. Ertesi günü bunu kendisine de söyledik. Bize şöyle demişti:

"Haklısınız ama vatandaş ta köyünden, kasabasından çıkıp gelmiş. Büyük ihtimalle talebini tam olarak karşılamam mümkün değil. Bunu belki anlatabilirim, o da kabullenebilir. Ancak, onu geç saatte de olsa kabul etmem, onunla birlikte bir bardak çay içmem, ona şeker çukulata sigara ikram etmemi hiç unutmayacaktır. Eşine dostuna genel müdür beni kabul etti, benimle görüştü, bana çay söyledi, onunla sohpet ettik diyecektir, eminim. O yüzden ben de haklıyım. Dayanabildiğim kadar yapmaya çalışacağım."

"Beklemek" hiç hoşuma gitmez, başkalarını da isteyerek bekletmem. Herkes için zaman kaybıdır, ömür törpüsüdür beklemek. Mecliste kıldığım Cuma namazı çıkışında acaba birileriyle görüşebilir miyim diye bekleşen insanları gördükçe kahroluyorum mesela. Aslında selamlaşabileceğim, epeydir görmediğim pek çok insan olmasına rağmen başımı yerden kaldırmadan hızla uzaklaşıyorum oradan.

Vergi dairesinde sıra beklemek, bankada, hastanede, trafikte, hatta otobüs için beklemekten sıkılırım. Hele hele kuyrukların o kendine has kültürü benim iyice asabımı bozar. 

Sıraya girmek, öndeki tıkanıklığın sebebini bilememek, kaynak yapan uyanıkların diğerlerini hiçe sayan kurnazlıkları, uzun müddet ayakta kalmak, randevu saati geçtiği hala bekliyor olmak sinirlendirir beni. 

Kapalı kapılara zaten oldum bittim tahammül edememişimdir. Uzun süren görüşmelerden, ya da uzun süren telefon görüşmelerinden aralık bulup da bir türlü devam edemeyen görüşmelerden rahatsız olurum.

Ama ben sevsem de sevmesem de beklemek hayatımızın bir gerçeği. Zamanımızın önemli bir kısmını yutan, tüketen kara delikler onlar. Bazen de bilinçli, kurallı, seronomik uygulanan duraksamalar. İçinden bazen torpil bazen de "hiç" çıkan, uzayan esneyen gevşeyen, amaca göre şekil verilebilen ilişkiler yumağı. Özellikle de Ankara'nın değişmez, iflah olmaz, efsunlu ritüeli.


15 Nisan 2014 Salı

148 16 Nisan 2014 Çarşamba 08:43 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.............Bir çocuk, iki öğretmen


Bir çocuk, iki öğretmen


Beş yaşında okula gittim. Yaşadığımız köyde okul hemen evimizin karşısında, yolun öte yakasındaydı. Yüksek duvarların ardındaki okul bahçesinden kuş cıvıltılarını andıran çocuk sesleri geliyordu. Önceleri o bahçenin tılsımına kapılıp aralarına karıştım. Sonra da sınıflara. Tek derslikte birkaç sınıf birlikte oturuyorlardı. Çocuktum işte, kimse çıkaramıyordu beni onların arasından.

Ergen sivilceli bir öğretmen vardı. Ağlayıp zırlamışım ille de okula gideceğim diye. Babama bırak gelsin demiş, canı sıkılınca döner. Hiç te canım sıkılmamış, neye sıkılsın ki orada oyun var, çocuklar var, defter kalem, kitap, bol bol da resim var. 

Kayıtlı değilim, ama bir tahta çantam, içinde defterim, kalemim silgim var. Bir de alfabem. O zaman okuma fişleri var tahtada. İkide bir parmak kaldırıyorum. Farkında değilim henüz okula başlamadığımın. Çok ciddiye alıyorum ama öğrenmeyi. 

Ben hatırlamıyorum, müfettiş gelmiş galiba okula. Soru sormuş cevaplamışım. "Kaydedin bunu o zaman, böyle olmaz" demiş. Senenin yarısı okula yazmışlar beni.

Oyun seviyorum, okulu da. İkisinde de etrafımla alakam kesiliyor, varsa yoksa o an. Sabah herkesten önce sınıftayım. Bir teneffüs bahçedeki kireç çukuruna girmişim, oynarken. Ayakkabılarım kireç içinde, ama, yine de sırama geçip oturmuşum en önce. O kadar haberim yok daha neyin ne olduğundan. Her tarafa bulaştırdığım bir tarafa, ayaklarım kavrulacak bilmiyorum. Bir anda herkes seferber olmuş ayaklarımı yıkamaya.

Eskiden mi kışlar fazlaydı, ben mi küçüktüm bilemiyorum. Kar neredeyse boyumca yağmış, yine de çantamı kapıp gitmişim yuvarlana yuvarlana. Sınıfta kocaman bir soba. Petrol varilinden yapılmış. Kömür filan yok, herkes evinden birer kucak odun getiriyor, öyle ısınıyor minik bedenler. Meşe odunu en iyisidir, güldür güldür yakar sobayı. Bizim soba da öyle harlanmış yani, bazı yerleri kor gibi al al kızarmış. 

Etrafına dizilmişiz ellerimizi uzatıp. Isınmaya, kurulanmaya çalışıyoruz. Dedim ya sınıfta hem birinci hem de iki ve üçler var. Benden büyük hepsi. Arkadan yeni gelenler arasında bir itişme, ben zaten ufacığım. Casss !..diye bir ses hatırlıyorum. Ellerim olduğu gibi yapışıyor sobaya.  

Önce okulun bahçesinde öğretmen lojmanında ellerime salça sürüyorlar. Hala unutmam o acıyı, çok canım yanmıştı. Salya sümük ağlıyorum, beni eve götürmek istiyorlar. Bense eve gitmemek için direniyorum. Öğretmen ödevimi eve göndereceğini söyleyip, binbir dille beni ikna etmeye çalışıyor. Ne mümkün, hem acımdan duramıyorum, hem de gitmek istemiyorum. 

Dışarda kar lapa lapa. Okul bahçesi silme dolmuş. Üç büyük abi beni sırtlayıp kar yığınları arasında bata çıka zorla eve götürüyorlar. Bu defa annem salçayı yıkayıp yerine gazyağı sürüyor, yine acıyor, yine ağlıyorum.

Köy yeri işte, doktor hastane ne gezer. Kim ne biliyorsa onu uyguluyor. Nihayet hepsinden tecrübeli, bilgili komşu anne geliyor da "Ayy kızanım, siz na'pmışsınız büle ? Haşlanmış ya bu uğlan. Çabuk şurdan iki yumurta, az biraz da zeytinyağı getirin. Vah vah ! Ne etmişler kara oğluma beya ?." deyip çabucak bir karışım hazırlıyor ufak bir çanakta. Hadi bu sefer gazyağı temizleniyor ellerimden. 

Avuç içlerimin her tarafı bakla bakla kabarmış, su toplamış hepsi de. Bazıları patlıyor bu sırada, etlerim görünüyor. Basıyorum yaygarayı. Artık ağlamaktan gözlerim şişmiş, sesim de çıkmıyor. Yeni melhemi sürüyorlar ellerime. Sanki bir serinlik duyuyorum avuçlarımda, içimi çeke çeke uyuyakalıyorum.

Uyandığımda, yanı başımda öğretmenim var. Ellerime bakıp başıma gelenleri hatırlıyorum. Yine de "Ödevimi nasıl yapçem ben şimdi ?" diye soruyorum, melhem sürülü avuçlarımı göstererek. Gülüyorlar, "Bugün okuma yaptık, sana da fiş getirdim. Ödevin bu" diyor öğretmen.  

Hemen yanı başımda çantam, alfabem ve bir sürü fiş. Parmaklarımın ucuyla birini alıyorum "Kış" yazıyor. İkna oluyorum. Ama, o günün hatırası hala sağ başparmağımın hemen altında. O ize baktığım her seferinde olanları hatırlıyorum. Hatta iyileşip sınıfa döndüğümda tahtaya yazdığım ilk kelimenin de "KIŞ" olduğunu.

Bahar gelip ellerim iyileştiğinde, etraf tekrar eski cıvıltısına da kavuşuyor sanki. Yine sabah çantayı kapıp koşa koşa okula gidiyorum. Parmaklarım hep havada. Akşam evde babamın özenle ucunu açtığı kurşun kalemlerimle defterimi dolduruyorum gaz lambası ışığında. Annem yer sofrasını önüme koyuyor rahat çalışabilmem için. "Defterini idareli kullan, çabuk bitirme" diye de tembihleyerek. 

O yüzden ödevimi evde yapmayı sevmiyorum. Daha eve gelmeden bahçe duvarının üstüne yüzükoyun yatıp, gün ışığında bitiriveriyorum onları. "Ödevin yok mu senin ?" diyor babam merakla. "Bitti ki" diyorum oyuna kaçarken.

Bazen annem bahçemizdeki fırını yakmış oluyor. Mis gibi kokan, nar gibi kızarmış ekmekler karşılıyor beni eve dönünce. Ama en çok pide seviyorum ben. Hele de üstüne tereyağı sürülen o sıcacık pideleri. O kadar da mı güzel olur, o kadar da mı hatırlanır o lezzet ! Kokusu hala burnumda, tadı hala aklımda o zamanların. 

Okula gitmek istemeyen komşu kızını bunu sen götür diye bana emanet etmelerini, elinden tutup nasılsa ikna edip götürüşümü, tahta çantalarımızı, ergen sivilceli öğretmenimizi unutmadım. Okulumu, sınıfımı, üzerinde ödev yaptığım yüksek bahçe duvarını unutmadım. Bulutlara bakıp harfleri, rakamları düşündüğüm o çocukluk günlerimi unutmadım. Hani tadı damağımda kaldı derler ya, işte öyle.

Sonra, ne olduysa birden beni kasabaya dedemin yanına götürdüler. Sonradan öğrendim ki, babama "Bu çocuk okuyacak, imkanınız varsa onu şehirde okutun" demiş öğretmenim. Daha ikinci sınıfın ortalarındaydık. 

Dedemlerin hemen karşısındaki okula gidecektim. Buradaki sınıflar öyle köydeki gibi de karışık değildi. Sadece ikinci sınıf ve bir öğretmen. Sınıf biraz kalabalıktı yalnızca. Yeni öğretmenimiz şehirli, bakımlı bir kadındı. O güne kadar bu kadar güzelini görmemiştim. Yalnız kaşları çatık, sert görünümlüydü. Sınıfta ondan izinsiz çıt çıkmıyordu.

Fakirdik, yalan değil. Üzerimde temiz ama yamalı pantolon, ayağımda da kara lastik ayakkabılar vardı. O zaman normaldi ya, şimdi akla ziyan tabi. Beni ön sırada bir kızın yanına oturttu. İlk ders okumaydı. Birkaç soru sordu ders sırasında. Benim bu sınıfa uyup uyamıyacağımı anlamaya çalışıyordu besbelli. Hiç sektirmeden cevapladım. 

Çatık kaşlar çözüldü, gülümsedi bana. Sert tavrının arkasındaki sıcaklığı ve sevecenliği görmüştüm. Çabucak ona, sınıfa, arkadaşlarıma kaynaştım. Ama o iki yüzü, ergen sivilceli at kuyruk saçlı köy öğretmenini ve aydınlık yüzlü şehir öğretmenimi hiç unutmayacağım. 

Zira ilki köyden çıkmamı, öbürü de daha büyük şehirlerde okumamı sağladı. İkisi de beni o yüksek duvarın üzerinden aşırtıp uçurdular.Onlara minnettarım.

Bugün geriye dönüp baktığımda kabına sığamayan yaramaz bir çocuk ve o iki öğretmenimi görüyorum. Ondan sonraki seçimlerim ne olursa olsun hayatımın başındaki o iki sihirli dokunuş bugünümü şekillendirdi. Elbet Rabbim ne dilerse o olur. Buna inanıyorum. Ancak o iki insan olmasa, sonrasında kader diyeceğim bir yaşamı önüme örülmüş duvarların gerisinde sürdürecektim belki de.

Şimdi bir kuşku var yüreğimde. Acaba onlara layık bir öğrenci olabildim mi? Daha okumayı yeni öğrendiğimde yerlerden gazete parçaları toplayıp okuyan ben, yeterince "okuyabildim mi ?" Hala okumayı yazmayı seviyorum. Sanki onların "okuyacak bu çocuk" dileklerini haklı çıkarmaya çalışıyor gibi. Buna bir son verirsem mutsuz olurlar sanıyorum. Bunun için okumaya, yazmaya devam ediyorum. Müsveddeyi temize çekme gibi. Hayatı ve kendi hikayemi de yeniden öğreniyorum böylece.


13 Nisan 2014 Pazar

147 14 Nisan 2014 Pazartesi 08:25 ŞİİR VE TÜRKÜ...........................Kutlu doğumla yeniden doğmak


Kutlu doğumla yeniden doğmak


İçinde bulunduğumuz günler sevgili Peygamberimizi (s.a.s) anmak ve anlamak için ülkemizde çeyrek asırdır kutlu doğum haftası olarak değerlendirilen günler.

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Huda'dır bu / Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafa'dır bu

Edebi terketmekten sakın! Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i ekremin makâmıdır. [1]

Elbette bu vesile ile salât-ü selâm ona, ehl-i beytine ve ashabına olsun!

Cümle zerrat-ı cihan idüb nida / Çağrışuben dediler kim merhaba (Kâinatın, Cihan'ın bütün zerreleri dile gelerek hoşgeldin diye seslendiler)
Merhaba ey al-i sultan merhaba / Merhaba ey kân-ı irfan merhaba (Hoşgeldin ey büyük sultan hoşgeldin, Hoşgeldin ey ilim ve irfanın kaynağı hoşgeldin) [2]

Bundan 94 yıl önce 1920 yılının Nisan ayında ülkemizin milli kurtuluşunun da doğum sancıları çekiliyordu. Vatanseverler Ankara’da toplanmış Kurtuluş savaşı ve Meclis açılışının hazırlıklarıyla meşguldüler.  Nihayet Milli mücadeleyi yapmak üzere Büyük Millet Meclisi Rebiülevvel ayının 12’sini takip eden ilk Cuma gününe denk getirilerek namaz sonrası dualarla açılmıştı. 

O gün aynı zamanda veladet-i Nebi hürmetine bütün yurtta hatimler indiriliyor, mevlid-i şerifler okunuyordu.

Doğdu ol saatde ol sultan-ı din / Nura gark oldu semavat-ü zemin (O anda doğum gerçekleşti. Dînin sultanı doğdu.  Yer ve gökler nûrla, ışıkla doldu, aydınlandı) [3]

Nitekim, 13 Rebiülevvel 1332 ve 24 Teşrin-i evvel 1339 tarihini taşıyan bir kanunla [4] bu tarihe denk gelen veladet-i Nebi/miladi 23 Nisan günü hâkimiyet-i milliye (Milli Egemenlik) kabul edilerek bayram ilan edilmiştir.

İşte bu yüzden ülkemizde islam peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v) miladi tarihle doğum günü olduğu kabul edilen 20 Nisan'ın içinde bulunduğu hafta kutlu doğum haftası olarak ihya ediliyor. Bu gelenek adeta 23 Nisan’a giden süreçte, bir sonraki haftanın manevi bir iklimle desteklenmesi anlamına da geliyor.

Ancak, son yıllarda bu haftanın rutin kutlama programları dışında her yıl değişik tema ve etkinliklerle bilgi ve iman yüklü bir kültür atmosferine dönüştüğünü görüyoruz. Gönlümüzdeki Peygamber sevgisini her dem tazeleyen güzel vesileler bunlar.

Arş'ın kubbelerine, adı nurla yazılan / İsmi; semada ''Ahmed'', yerde ''Muhammed'' olan,
Yedi katlı göklerde, Hak Cemâli'ni bulan / Evvel-Âhir yolcusu, Ya Hazreti Muhammed.

Sağnak nur yağmurları, inerken yedi kattan / O gece, Sendin gelen, ezel kadar uzaktan,
Melekler, her zerreye, müjde verirken Hakk'tan / O gece, Sendin gelen, Ya Hazreti Muhammed.

Güneşler, o gecenin, nuruna secd ederken / Yıldızlar, meşk içinde, kainat vecd ederken,
Bütün hamd ü senâlar, Yüce Rabb'e giderken / O gece sendin gelen, Ya Hazreti Muhammed.[5]

Böylelikle Hz. Peygamber her yıl geleneksel Mevlid kandillerindeki anmanın yanında, bir hafta boyunca onun ahlakını öğrenme ve rehberliğini kavrama gayretleriyle de anlaşılmaya çalışılıyor. Her yıl farklı bir konu ele alınıp değerlendiriliyor. Mesela bu yıl başlık “Hz. Peygamber, Din ve Samimiyet” olarak belirlenmiş.

Rahmet Peygamberi (s.a.s), insanlığın yozlaştığı, kadim değerlerin aşındığı karanlık bir zamanda yeryüzünü şereflendirmiş. O zaman ki eşref-i mahlukat olan insan varoluşunun hikmetini unutmuştu. Onunla hayat ve dünya bir kere daha aydınlandı, insan kaybettiği anlamı yeniden buldu.

Yaradılmış cümle oldu şadüman / Gam gidub âlem yeniden buldu can (Bütün yaradılanlar -ki dünyalar, ağaçlar, dağlar, sular, hayvanlar, yıldızlar ve insanlar, cinler vs.- hepsi neşelendiler. Sevindiler. Üzüntülerinden kurtuldular ve âlemler yeniden canlandılar[6]

Peygamberimiz, naklettiği ilahi mesajla zamanın ve mekanın seyrini değiştirdi. Kur’an-ı Kerim insanlığın kararmış kalbini yıkadı, aklını aydınlattı. O ilahi mesaj, mü’minler eliyle yaşanan bir hayata taşındı. O kutlu elçi insana Rabbinin varlığını, birliğini yeniden öğretti. Bununla kalmadı bizzat kendisi yaşamı ve ahlakıyla tüm zamanlara rehber oldu. Sadece o günkü arap coğrafyasına değil tüm insanlığa, apaçık bir yol, apaydınlık bir iz bıraktı.

O, Allah'ın emriyle Kâinat Efendisi / varlığın Tacı / varlık nurunun ta kendisi...[7]

Ona yazılan şiirler, na’tlar, methiyeler sönük kalır. O bütün zamanlar için aklın, ilmin, ahlâkın, sabır ve vefanın, sadakat ve samimiyetin, kaynağı oldu. Şairler bitiremedi övgüsünü, türküler söyleyemedi daha sevgisini.

Sabahtan gün doğar gün dile doğar / Dal boynun eğdikçe rahmetler yağar 
Bin bir gün içinde bir yıldız doğar / Yıldız nerde doğar andan haber ver [8]

Onun hikmetli sözleriyle yolumuz aydınlanıyor. Geçmişte insanlık medeniyeti onunla yükseldi. Bugün hala o sağlam kültür temellerinin üzerinde yaşıyoruz. Gelecekte de hep onun açıklamaları, sünneti, öğütleri rehberimiz olmaya devam edecek. Ne mutlu bize !

Ey kutlu peygamber / Ne mutlu bize / Seni bildik ve tanıdık / Ne mutlu bize 
Sen bizim güneşimizsin / Kıyamet saatinde / Ey kutlu peygamber / Ne mutlu bize [9]

Mekke’de yanan meşale mesafeleri aşarak tüm zaman ve mekanları aydınlatıyor. İman ve samimiyet yeniden yeniden gönüllerde yeşerip büyüyor. Biteviye meyve veriyor çiçeklenen gönüller. Ne farklı renkler ne de uzak yerlerin gücü yetmiyor ayrılığa. Hakka teslim olanların, bir vücudun azaları gibi birbirlerine eşit ve kardeş olmasına engel konamıyor. Ona olan hayranlık, sadakat ve aşk aynı zamanda mü’min gönülleri de birbirine ısındırıyor.

Ruhum Sana âşık, Sana hayrandır EFENDİM / Bir ben değil, âlem Sana kurbandır EFENDİM. 
Tâ arşa çıkar her gice âşıkların âhı / Medheyleyen ahlâkını Yüce Kur'an'dır EFENDİM.[10]

Fakat, İslam coğrafyası acı içinde. Her tarafta gözyaşı ve ateş. Çağdaş firavunlar türedi nerede müslim varsa. Dünyanın her noktasından kan damlıyor sanki. Kifayetsiz kalıyor yakarışlarımız. Yetmiyor gözyaşlarımız bu yangını söndürmeye. 

Galiba yaşadığımız zamanın, yine ona ihtiyacı var. Belki de en çok bizim onu yeniden anlamaya ve yaşamaya ihtiyacımız var. Zulmet yangınları yakıp kavuruyor bedenimizi. Onun sevgisiyle serinlemeye, onun rehberliğiyle kurtulmaya ne kadar susadık ve bayrağının gölgesine ne kadar da muhtacız.

Canım kurban olsun Senin yoluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed.
Şefaat eylesin kemter kuluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed.[11]

Kimbilir belki de Kâ'b bin Züheyr gibi onun manevi huzuruna diz çöküp yetim ve öksüz kalışımızı anlatmalıyız. Acaba yine “Rasûlüllah¸ her şeyin kendisiyle aydınlandığı bir nurdur¸ Şerri kesip atmak için çekilmiş ALLAH'ın kılıçlarından biridir” desek mübarek hırkasını [12] örter mi omuzlarımıza ? Dindirir mi acılarımızı o güzel tebessümüyle.

Altundan ulu dağlar nefsine sundular da kendilerini / Reddetti O, gösterdi onlara gerçek ululuğu ve gerçek altını...
Zühd ve takvasını arttırdı, eksiltmedi o dağlarca zarûret../ Ne denli olsa da yok edemez ihtiyaç, insandaki temizliği, pırıltıyı...
Dünya ne oluyor ki, O ona muhtaç olsun../ Dünya Ona muhtaç ki, onun için değil midir varoluşu, yokluktan çıkışı?..[13]

Acı dolu, pişmanlık yüklü hayatlarımız. Onun sevgi, ilgi ve hikmet dolu aile yaşamını keşfetmeye ve yaşamaya ne kadar da ihtiyacımız var. Her yönden gelen namert saldırıları boğuyor bizi. Demek, bugün bir kez daha onun mücadelesini, taşlandığı zaman bile “Allah’ım, onlara merhamet et, çünkü onlar bilmiyorlar” deyişini hatırlamaya ihtiyacımız var.

Afganistanı, Kafkasyayı, Karabağı, Irakı, Suriyeyi, Filistini, Mısırı, Arakanı, Miyanmarı ve daha birçok islam ülkesini dumanlar kaplamış. Anlaşılan onun Medine’ye hicretini, yıllar yılı süren kavgalara son verişini, Ensar ve Muhaciri kardeş kılışını da kavramaya ihtiyacımız var. Bugün bir kez daha onun, çevresinden başlayarak dünyayı şekillendiren samimi ve dürüst ilişkilerini öğrenmeye ihtiyacımız var.

Bireyselleşen dünyada insan da giderek silikleşti aslında. O yüzden ashab-ı suffayı, onun eğitiminden geçen, her biri birer yıldız gibi olan arkadaşlarını, dostlarını tanımaya ihtiyacımız var. Hz. Ebubekir’in sadakatini; Hz. Ömer’in, adaletini; Hz. Osman’ın iffetini; Hz. Ali’nin ilim ve cesaretini anmaya ihtiyacımız var. Hatta onları tek tek şahıslarımızda yaşatmaya, günümüze taşımaya neden çalışmıyoruz ki ?

Bugün bir kez daha onun “Yetime sahip çıkan, cennette benimle yan yana olacaktır” “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” “Yanınızda çalışanlar sizin kardeşlerinizdir; yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin; emeklerinin hakkını alın terleri kurumadan verin” çağrılarına kulak vermeye ihtiyacımız var. [14] Elimize aldığımız her paranın üzerinde sanki böyle yazıyormuş gibi davranamaz mıyız ? Yetimin hiç değilse bir başını okşamak o kadar da mı zor ?

Etrafımıza bakıp gördüklerimizden utandığımız olmuyor mu ? Belki de en çok “Allah’a iman ettim de! Sonra da dosdoğru ol!” formülüne [15] ihtiyacımız vardır ne dersiniz ? İman ettim diyerek dosdoğru yola çıkmak ve bu yoldan hiç sapmadan, savrulmadan dosdoğru ilerlemek. “Kalp istikamet üzere olmadan kişinin imanı istikamet üzere olamaz. Dil istikamet üzere olmadan kişinin kalbi istikamet üzere olamaz. Komşusu kötülüklerinden emin olmayan kişi de cennete giremez” sözü üzerine dönüp bir kere daha düşünmek gerek. Belki de kalbe, hayata ve kurtuluşa dair en açık yol bu iki kelimenin sırrındadır.

Zayıfız, çaremiz onda. Galiba, yine onun kulu ve resulünün öğrettiği gibi ellerimizi kaldırıp “..Ey yücelik ve ikram sahibi, her şeyin Rabbi olan Allahım ! Beni ve ailemi, dünya ve ahirette her an sana ihlas ve samimiyetle bağlı kıl !..” deme [16] ve dua etme zamanı. 

Bu hafta bağlılığımızı tazeleme, teslimiyetimizi hatırlama ve samimiyetimizi yeniden düşünme zamanı. 

Sen şahid ol ya Rabbi !

Bu iman meş'alesi, hiç sönmeden yanacak / Ümmetin, Seni her an, mahşere dek anacak,
Gönül tortularımız, nur'unla paklanacak / Andımıza şahid ol, Ya Hazreti Muhammed.

Biliriz ki; hükmü yok, bu dünya nimetinin / Gönüldür sermayesi, âhiret servetinin,
Sana, Salat ve Selam, gönderen ümmetinin / Cennetler şâhidi ol, Ya Hazreti Muhammed [17]

----------------------------------------
[2] Mevlidi Şerif /Müellifi Merhum Süleyman Çelebi/ Erdinç BABACAN Kaynak <http://www.nasrettinhocafikralari.com/mevlid_i_serif.html>
[3] Mevlidi Şerif /Müellifi Merhum Süleyman Çelebi/ Erdinç BABACAN Kaynak <http://www.nasrettinhocafikralari.com/mevlid_i_serif.html>
[4] Söz konusu kanun maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin resmi gazetesinde aynen şöyle yer almıştır:
“12 Rebiülevvel Gecesiyle Gününün Milli Bayram Addine Dair Kanun”
Madde 1- Leyle-i velâdet-i Hz. Risâlet Penahi’ye müsadif olup Türkiye’de saltanat-ı şahsiyyenin ilgasıyla hukuk-i saltanatın uhde-i millette istikrarını ve hâkimiyet-i milliyenin tesisini suret-i katiyede tespit eyleyen kararın Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul eylediği 12 Rebiülevvel gecesi ile günü Hâkimiyet-i Milliye Bayramı addolunmuştur.
Madde 2- İşbu kanun tarih-i kabulünden muteberdir.
Madde 3- İşbu kanunun icrasına Türkiye Büyük Millet Meclisi memurdur. (Tarih: 13 Rebiülevvel 1332 ve 24 Teşrin-i evvel 1339)
[5] O Gece Sendin Gelen Ya Hazreti Muhammed Cengiz Numanoğlu Kaynak <http://www.kunfeyekun.org/forum/kf/kutlu-dogum-haftasi-icin-ilahi-sozleri.28189/>
[6]  Mevlidi Şerif /Müellifi Merhum Süleyman Çelebi/ Erdinç BABACAN Kaynak <http://www.nasrettinhocafikralari.com/mevlid_i_serif.html>
[7] O / Necip Fazıl Kısakürek 
[8] Yanımızda İki Melekler Gezer/ Pir Sultan Abdal Kaynak <http://www.antoloji.com/yanimizda-iki-melekler-gezer-siiri/
[9] Ey Kutlu Peygamber/ Ahmet KEMAL Kaynak <http://www.antoloji.com/ey-kutlu-peygamber-siiri/>
[10] Ruhum sana aşık / Ali Ulvi Kurucu Kaynak <http://www.sonpeygamber.info/antoloji>
[11] Canım kurban olsun Senin yoluna / Yunus Emre Kaynak <http://www.sonpeygamber.info/antoloji>
[12] Kâ'b bin Züheyr İslâm'dan önce (câhiliye döneminde) şiirleri Kâbe duvarlarına asılan “Mualleka” şâirlerinden Züheyr'in oğludur. Kâ'b da babası gibi güçlü bir şâirdi. Fakat devâmlı olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) ve İslamiyeti hicvederdi. Bu yüzden Raûlüllah (s.a.s.)'in “yakaladığınz yerde öldürün” dediği kimseler arasında bulunuyordu. Mekke fethedilince¸ Tâif'e kaçmıştı. Tâif halkı da Müslüman olunca¸ sığınacak yer bulamadı. Kâ'b Rasûlüllah (s.a.s.) 'i öven bir şiir hazırlayıp gizlice Medineye geldi. Sabah namazında Mescide gidip Rasûlüllah (s.a.s.)'le birlikte sabah namazını kıldı. Namazdan sonra Rasûlüllah (s.a.s.) 'in önünde diz çökerek oturdu.Önceden hazırladığı kasidesini okumağa başladı. Beyitler Rasul-i Ekrem (s.a.s.)'in pek hoşuna¸ gitmişti. Hemen bürdesini (hırkasını) çıkarıp¸ şâire giydirdi. Bu yüzden bu şiir “Kaside-i Bürde” adıyle şöhret buldu.
[13] Kaside-i Bürde/ Kâ'b bin Züheyr Çeviri : Sezai Karakoç Kaynak <http://www.harbiforum.org/threads/kaside-i-burde-arapca-ve-turkce-okunusu.130817/>
[14] Kutlu doğum haftası/Prof.Dr.Mehmet Görmez
[15] Süfyan b. Abdullah es-Sakafi (r.a) naklediyor: “Ya Resulallah! Bana İslâm hakkında öyle bir söz söyle ki, senden sonra bu konuda hiç kimseye bir şey sormayayım.” Resulullah Efendimiz (s.a.s) buna az, öz ama kapsamlı bir cümleyle şöyle cevap veriyor: “Allah’a iman ettim de! Sonra da dosdoğru ol!”  
[16] Ebu Davud, Tefrîu ebvâbi’l-vitr, 25
[17] O Gece Sendin Gelen Ya Hazreti Muhammed Cengiz Numanoğlu Kaynak <http://www.kunfeyekun.org/forum/kf/kutlu-dogum-haftasi-icin-ilahi-sozleri.28189/>