Soğuk, yağmurlu bir akşam vaktiydi. Oldum olası yanıma
şemsiye almayı bilmem. Zaten alsam da hep bir yerlerde unuturum.
Yüzüme vuran
damlalardan kaçarak öyle hızlı hızlı eve dönüyordum işte. Neydi acelem bilmem.
Köşeyi dönünce aniden bir inşaat tahta perdesi önünde kaldırımda büzülmüş bir
çift gözle karşılaştım. Gençti, solgun ve ağlamaklıydı. Belki de yalvarıyordu
bilmem, duyamadım.
O hızla duramadım da. Param mı yoktu, ya da her zamanki gibi
vermeli mi vermemeli mi çatışmasını yaşamıştım bilmiyorum. Birkaç saniyelik bir
andı. Dilenciydi işte. Üstelik gençti. Geçip gittim önünden.
Dilencilere para verilmemeliydi. Verilse de defi bela
kabilinden elli kuruş bir lira yasak savardı. Ama yok. Nedense o gözler
farklıydı. Veya ben öyle anlamlandırdım uzaklaşırken. Geri de dönemedim. İçimde
bir pişmanlık gitgide büyüdü, büyüdü. Karnı aç mıydı. Çocukları hasta mıydı.
Kocası işsiz, ipsiz biri miydi. Ya da ailesine bakmak zorunda kalan bir çaresiz
mi. Hangi tuzu kuru biri herkesin bir an evvel sıcak evinde olmak üzere
koşuşturduğu bir akşam karanlığında öyle ıslak ve soğuk bir kaldırım üstünde
büzülerek birkaç kuruş dilensin ki.
Keşke sıcak bir çorba içebilseydi. Birkaç kuruş değil
onu ordan kaldırıp evine gitmesine yetecek, hatta bir daha hiç dilenmeyecek
kadar verebilseydim. Hiç değilse durup ne derdin var be kardeşim, hasta
olacaksın hadi evine git artık diyebilseydim. Keşke bu ülkede hiç dilenmek
zorunda kalan olmasa. Dahası muhtaç olduğu halde onuru sebebiyle dilenmeyi
aklından bile geçirmeyenler.
Ey zengin insanlar ! Ey mal üstüne mal, para üstüne
para yığanlar. Sizin adınıza, ülkem adına utanıyorum. Kendi adıma da
yetemediğim, eremediğim güç yetiremediğim için mahçubum. Ama bir ceza gibi,
şimdi aklımda başörtüsü ile solgun genç bir yüz, beni utandıran bir çift göz ve
büyük bir pişmanlık takıldı kaldı işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder