Ankara'nın Parkinson hastalığı
Çocukken devlet denilince gözümün önüne kasabanın hükümet konağı gelirdi. İstanbul'da öğrenciyken kitaplardan okuduğum devlet ise bana daha çok gözlüklü, takım elbiseli, çatık kaşlı, şişman bir adamı hatırlatıyordu.
Yıllar geçip gitti. Köprünün altından çok sular aktı. Şimdi ömrünün neredeyse yarısı Ankara'da geçmiş bir adam olarak aklıma sabahları dolan akşamları boşalan bir sürü yüksek bina, kapısı kapalı odalar, bitmek bilmeyen toplantılar geliyor. Devlet hükümet midir, çankaya mıdır, meclis midir, genelkurmay mıdır, adliye midir, yoksa hepsi midir hala tam olarak çözebilmiş değilim. Zaman zaman biri diğerlerinin önüne geçen, sürekli birbirlerine karışan, biteviye dönen kıvrılan bir güç sarmalı var sanki Ankara'da.
Bakarsanız; önünde gösterişli protokol kapıları olan ama nedense girişleri daima hep yandan veya arkadan olan bakanlık binaları modern karınca yuvalarına benziyorlar. İçlerinde katlar, koridor labirentleri, servisler, makamlar, odalar... Ne başı belli ne de sonu, yoğun bir çalışma sürüp gidiyor masalarda. İmzalamakla bitmeyen yazılar, dolup boşalan imza kartonları, yığılı dosya dolapları, bilgisayar tıkırtıları ve telefon sesleri arasında geçen bir yaşam bu.
Bu arı kovanı devlet binalarında herkes devlet, herkes bir şeyler yapıyor ama devletin kim olduğunu, ne yaptığını hiç kimse tam olarak bilmiyor. Ara ara bir titreme hissediyorsunuz, hep bir şeylerden korkuları var sanki. Nedense hareketlerinde de bir ağırlaşma, hantallık var. Hep ürkek ve çekingen. Yasama yürütme yargı arasındaki sürekli salınım da onda bariz bir denge problemi yapmış gibi. Sanırım taşıyamadığı yeni fikirler, ağır düşünceler biraz vücudunu öne doğru eğdirmiş. Adımları da küçük ve oldukça yavaş yürüyor. Ses tonu ise teybe kaydedilmiş, ya da bir robottan çıkıyormuşçasına mekanik. Galiba adına devlet dediğimiz bu gözlüklü, takım elbiseli, çatık kaşlı ve şişman adam biraz da hastalıklı.
Neden acaba ?
Tıp biliminde "Parkinson" adıyla bilinen bir hastalık var. 1817 yılında bir İngiliz hekim, James Parkinson tarafından ilk kez tanımlanmış. Bu hastalıkta kişinin ellerinde ve ayaklarında salınım halinde kaba bir titreme izleniyor. Tüm vücut hareketlerinde bir ağırlaşma, yavaşlama hali görülüyor. Denge bozukluğu da Parkinson’un bir başka belirtilerinden. Gövdenin öne doğru eğilmesi, küçük adımlarla yavaş yürüme, konuşmanın monotonlaşması, ses tonunun ahengini kaybetmesi, depresyon ve bunama bulguları da bu hastalığın sonuçlarından.
Ne kadar ilginçtir ki, yönetim biliminde de aynı adla bilinen bir kural var. Bu "Parkinson Yasası" da Cyril Northcote Parkinson'un 1955 yılında Ekonomist dergisinde yer alan bir hiciv yazısının ilk cümlesinde geçiyor: "Bir iş, daima, bitirilmesi için kendisine ayrılan sürenin hepsini kapsayacak şekilde uzar."
Parkinson'a göre; Bürokratik örgüt yapılarında iş hacmi azalsa da, memur sayısı sürekli artmaktadır. Parkinson bu tezini iki alt iddia ile destekliyor. Öncelikle bir iş tamamlanması için ayrılan süreyi doldurur. İkinci olarak bir işi yapacak iş gören sayısı ile o işin hacmi arasında doğrusal bir bağ yoktur. Çünkü "Herhangi bir iş, onun yapılması için ayrılan süreyi doldurma eğilimindedir."
Haydi, bu iddiayı daha anlaşılır hale getirmek için bir örnek verelim. Normalde bir işi 1 kişi yapmaktayken, bu kişi zaman içerisinde konumunu ve gücünü yükseltmek için artık bu iş için 2 yardımcıya ihtiyaç olduğunu söylemeye başlar. Böylece aynı iş 3 kişi tarafından yapılmaya başlar. Gel zaman git zaman bu 2 yardımcı da işlerin yoğunluğundan şikâyet ederek birer yardımcı daha edinirler. Sonuçta 1 kişinin yaptığı iş 5 kişiyle yapılır hale gelmiştir. Üstelik eskisinden daha verimsiz ve gecikmeli olarak.
Aynen şu fıkrada anlatıldığı gibi. "Devlet bir gün geniş ve boş bir araziye geceleri göz kulak olacak bir bekçi almaya karar verir. Bekçi çalışmaya başlar, ama, kısa bir süre sonra oradan geçen bir devlet büyüğü duruma el koyar. Başına bir müdür konulmadan olur mu ? Peki talimatlar olmadan bekçi nasıl çalışacak ? Haydi bakalım alel acele bir müdür, sekreter ve odacı alınarak bekçiyi yönetecek üç kişilik birim kurulur. Maaşlarının nasıl hesaplanıp ödeneceği sorun oluncaya kadar bir süre işler böyle gider. Nitekim konu üzerinde ciddiyetle durulur, tartışılır ve üç kişilik bir muhasebe servisi daha kurulur o ücra yerde. Bu arada yukardakiler hala oradaki işlerin nasıl kontrol edileceğini düşünmektedirler. Nihayet iki müfettiş görevlendirilerek bu sorun da çözülür. Bir süre sonra ülkede ekonomik kriz çıkar. Çözüm basittir; Masrafları kısmak için bekçi işten çıkartılacak !"
İşte böyle…Şişmanlayan bir kamu bürokrasisinde hedef daima memur sayısının arttırılması olmaktadır. Ama personel seçiminde ve terfilerde kullanılan yöntem kendisini testlerde çıkacak sorulara şartlandırmış, bunun dışında kendisini geliştirme ihtiyacı duymayan ve üretken olmayan bir bürokrat tipide doğurmuştur. Bu memurlar da, terfide kendilerine rakip olabilecekleri değil, astlarının sayıca artmasını isterler. Bunun için adeta birbirleri için iş yaratırlar.
Elbette bu durum bürokratik kurumlarda yardımcı birimlerin genişlemesi sonucunu doğurur. Yani, yardımcı organlar da zamanla kendilerine yardımcı birimler geliştirirler. Örneğin Kamu bürokrasisinde etkin olmayan danışmanlık hizmetlerine ve komisyonlara sıkça rastlanmaktadır. Ama özellikle komisyonlar (Alt kurul/komite) üreme hızı en yüksek bürokratik birimlerdir.
Doğal olarak çalışanlarının artması; o örgütün alan olarak genişlemesine, birimler ve personel arasındaki fiziki mesafenin de artmasına neden olmaktadır. Ayrıca, gelişmiş kamu örgüt yapıları kırtasiyecilik uygulamalarını da beraberinde üretmektedir. Böylece kamusal alandaki büyüme giderek; karmaşıklık, hantallık ve yozlaşmaya dönüşmektedir. Sonuç; kamu yönetiminde bürokrasinin artması, iş veriminin düşmesi demektir.
Bugün bile böyle bir ortamda hala Ankara'da ne başı belli ne de sonu, yoğun bir çalışma sürüp gitmektedir. Bu arada cücelerin çalıştırdığı dev makinenin çarkları olanca ağırlığı ile dönmekte, bazen yağlayarak bazen onararak, bazen de bay pas yaparak "şişman dev adam" yürütülmeye çalışılmaktadır.
Çok şey değişmiştir, değişmeye de devam etmektedir, bu doğru. Ancak Ankara'daki bütün iyi niyetli yaklaşımlara, bürokrasiyle mücadele çabalarına rağmen o kasvetli "devlet" havası henüz taze bahar havasına dönüştürülememiştir. Nedenlerinden birisi de işte bu Parkinson hastalığıdır. İnşallah diyelim ama, adına devlet denilen bu gözlüklü, takım elbiseli, çatık kaşlı, şişman ve hastalıklı adamın güler yüzlü tığ gibi bir delikanlıya dönüşmesi biraz zor olacak gibi görünüyor.
İyi bayramlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder