Kendi düşen ağlamaz
Bir işiniz oldu, heyecanla başladınız. Gençtiniz, zaten ilk başlarda neyin ne olduğunu öğrenmeye çalışmakla geçti günler. Isındıkça da işinize dört elle sarıldınız.
Durup çalışma arkadaşlarınızı, amirlerinizi, elemanlarınızı tek tek gözlemlemenin sırası değildi. İşinizin o kadar çok ayrıntısı vardı ve önemliydi ki kendinize bile vakit ayıramıyordunuz. Bir ara, birlikte çalıştığınız bir arkadaşınızın belli belirsiz bir kılçık attığını hissettiniz; olabilir, mühim değil dediniz içinizden. Hiç beklemediğiniz bir anda, olmadık bir konuda amirinizden fırça yediniz; kulaklarınıza kadar kızardınız. Haksızdı, ama olsundu, nihayetinde o amirinizdi ve hata sizde olmalıydı.
Sabah gel, akşam git günler böyle akıp gidiyordu. Sizce işler tam da rayında giderken etrafınızda bir hareketlenme olduğunu, birilerinin vücut çalımı yaparak öne geçmeye çalıştıklarını gördünüz. Kulaklarınıza gelen şeyler düpedüz dedikoduydu ama "vay be ! neler olmuş neler" dedirtecek kadar da dikkatinizi çekmişti.
Başınızı kaldırdınız, sanki sizin dışınızda herkes bir satranç oyununda gibiydi. Kazananlar yeni masalarına yerleşiyor ve etrafınız onlara göre yeniden şekilleniyordu. İş neredeyse üçüncü, beşinci planda olmalıydı. Herkesin bir, hatta bazılarının birden fazla maskesi olduğunu anladınız. Şaşırıp kaldınız, sıcak sular indi başınızdan aşağı, samimi dünyanız tepetaklak oldu. Birden işiniz de, amiriniz de arkadaşlarınız da çirkinleşiverdi gözünüzde.
Ama demek ki oyunun kuralı buydu. Siz de uydunuz bu satranç oyununa. Bir süre sonra aynaya baktığınızda, kendi yüzünüzü değil onlara benzeyen birini buldunuz karşınızda. Hesapçı, bencil ve çirkin...Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı.
………...
Ne güzeldi ilk günler. Sevmiştiniz birbirinizi, hem de ne sevmek. Herşey çok nahif, zarif ve hoştu. Gözleriniz konuşuyordu yalnızca, kalbinizse tatlı tatlı çarpıyordu bir küçük serçe misali. O hayatınızın kadını, bu da canınızın içi sevgili erkeğinizdi. Hayatım, canım, sevgilim, tatlımdan geçilmiyordu o günler. Adeta birbirinizin içinde eriyor, tek vücut oluyordunuz. Rüya gibiydi işte.
Bir sabah nedense sihir bozuldu. Baktınız yanınızda yatan yabancıya ve "bu da kim ?" dediniz hayretle. Gün başladığında didişme de başlıyordu. Artık o sizin diş macunu kullanma biçiminizi sevmiyordu, sizde onun giyim kuşam tarzını. Hele ailesi, arkadaşları aman, aman ! Erkek konuşmaz olmuştu, kadınsa susmaz. Ev kaynar kazana dönmüş, bir fokurtudur gidiyordu. Durduk yerde eşinizle kavga ediyordunuz. Hatta aşkınızın meyvesi çocuklarınızı bile düşünmez olmuştunuz. Her şey, her konu tartışılıyordu, sonra da bağırmalar, ağlamalar...Nasıl olmuştu da böyle olmuştu ?
………...
O istedi verdiniz, hata etti hoş gördünüz, sesini yükseltti bak bak bak ! büyümüş de bir de kafa tutuyor dediniz güldünüz. Bebeğinize, oğluşunuza kıyamadınız, o dağıttı siz topladınız. Aman o ders çalışsın, okulu, dersanesi, sınavı var dediniz elleşmediniz. Günler, aylar hatta yıllar böyle geçti.
Lazım oldu bir söz söylediniz, ama bu defa çocuğunuz sizi dinlemedi ! Çok şaşırdınız tabi, üzüldünüz, kırıldınız. O kadar ağır geldi ki, sanki bir akıl tutulmasıydı yaşadığınız. Bu noktaya nasıl olup ta geldiğinizi bir türlü hatırlayamıyordunuz. Anladığınızda zaten; olan olmuş, geçen geçmişti. Kristal fanus kırılmış, sanki lambadan cin çıkmış gibi bir heyula ile karşı karşıya kalmıştınız. Paniklediniz, ama ne yazık ki filmi geriye sarmak mümkün değildi.
……….
Hayatınız zordu. Çalışıyor, kazanıyor ama yetiştiremiyordunuz. Hırslarınız da vardı tabi; ev, araba, güzel bir yaşam. Bunları kim istemezdi ki ? Önce ufak ufak başladınız. Aldıkça gerisi geldi. Üstelik daha, daha, daha fazlasını da istemeye başlamıştınız. Dosya arasında sıkıştırılan, köşebaşlarında, kahvelerde alelacele alınıp cebe atılan paralar yetmez olmuştu. Bir kere elinizi vermiş, kolunuzu kaptırmıştınız bu illete.
Artık dışardaki dostlarınız da bırakmıyordu peşinizi. Böylece işi büyüttünüz, tecrübenizi başkaları üzerinden, daha büyük işlerde kullanmaya başlamıştınız. Kısa zamanda daha büyük ev, iki araba ve yazlık edinilmiş, çocuklar için özel okullar ayarlanmıştı. Ama ne hanıma alınan kürkler, tektaşlar, ne de markalı giysiler size rahat ve huzur getirmemişti. Şimdi çok daha fazlası gerekiyordu.
Arada bir sanki içinizin derinliklerinde unuttuğunuz bir yerden cılız bir ses geliyordu "yapma ! yapm.. ! yap…" Bir an duruyor, sesin devamını duymak istiyordunuz, ama bir başkası daha kuvvetli yükleniyordu "Yap ! Yap ! Yap !" Doymaz bir iştahla devam ediyordunuz yaptıklarınıza. Zaten artık bir çete üyesi olmuş, büyük ihale ve şirketler dünyasında milyarlarla oynuyordunuz
Bir gün, bir an kendinizi polis aracında ve kollarınız kelepçeli buldunuz. Beyniniz uyuşmuş, gözleriniz kararmış, perişan vaziyetteydiniz. Polisler, sorgu, savcılık, hakim ve hapishane...Bedeniniz buraları dolaşıyor, ama siz sanki hayatınızı bir film şeridi gibi yeniden yaşıyordunuz.
Mahkemede ailenize baktınız boş gözlerle; eşiniz ayılıp bayılıyor, çocuklarınız şaşkın, ürkek bakışıyorlardı. Hapishane kapıları ardınızdan kapandığında içinizde kahkahalar atan o cırtlak sesi yine duydunuz. Bir başkası iki gözü iki çeşme ağlıyordu geride "Ahh ne yaptın sen, ne yaptın ! Yazık ettin ailene, kıydın kendine, ateşe attın göz göre göre. Ahh !..Ahh!.. "
Maksim Gorki'nin dediği gibi "Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları !" atın bu ölü toprağını sırtınızdan. Siz bu değilsiniz.
Bize bu tür yaşamları hazırlayan başkaları değil, bizzat kendi "Küçük" adımlarımızdır. Bu acımasız sonuçlar ancak biz izin verdiğimiz sürece oluşuyor. "Büyük" acılara sonu düşünülmeyen günlük sorumsuzluklar, yanlış tercihler sebep oluyor. Hayatımızın dosdoğru gitmesi gereken patika çizgisini küçük, küçük hata taşlarıyla biz kendi ellerimizle eğriltiyoruz. Dinlenmesi gereken sözü dinlemiyoruz, uzak durulması gerekene uyuyoruz. Görmüyor musunuz ki o da bize kahkahalarla gülüyor ve "Kendi düşen ağlamaz, kendin ettin kendin buldun" deyip çekiliveriyor bir kenara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder