16 Mart 2024 Cumartesi

17 Mart 2024 Pazar TORUNLARIMA MEKTUPLAR..............................ANILAR; 17 Mart


Yilmaz Yalcın
HAYATIN İKİ YÜZÜ albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

Sözde uygarlık geliştikçe ölçekler de büyüdü. Daha büyük binalar, devasa otobanlar, köprüler, metro ağları yapıldı. Modern mağaralarından dışarı çıkan insan dev mega kentlerin homurtusundan, milyonlarca araç arasından, gökdelen ve rezidanslar gölgesinden tırsıyor. İnsan aynı insan ama yaşadığı ortam sanki insanüstü devlere, robotlara göre yapılmış. Kaldırımda yürümek bile zor, öncelik araçlarda bakarsanız.
t

Uygarlığın devleşen, mekanikleşen ve elektronikleşen ölçekleri insan ruhunu ezip geçiyor. Doğal dünya ile mesafesini gün geçtikçe daha fazla açıyor. Bilinen gelişme ve çağdaşlık örnekleri insanı hesaba katmayan 'Titanic' ler le dolu.
Büyük devlet binaları, devasa avm ler, adalet sarayları, üniversitelerimiz, içinde kaybolacağınız hastanelerimiz var. Neden o görkemli yapılarda kendimizi birinci sınıf gibi değil de böcekmiş gibi hissediyoruz? Açılıp kapanan yüzlerce binlerce kapının ardında neden gönlü insanlığa kararmış görevliler var? Oralarda neden itişip duruyoruz? İnsanlığımızı o kapıların ardında mı bıraktık?
İnsan nüfusu yüz kat büyürken dünya hala aynı büyüklükte. İmkanlar mahdut, ihtiyaçlar sonsuz bilirdik. Şimdi milyon kere daha fazla ihtiyaç var, sınırlı imkanlar yine aynı.
Güya çağdaş uygarlık tavan yaptı, ancak insanlık gitgide cüceleşti sanki. Eskiden insanlar para göremezmiş, yokluk varmış. Şimdi para da var her şey de. Yine de insan mutlu değil.
Her geçen gün doğal afetlerin, savaşların, açlığın, sefaletin ve zulmün tusinami dalgalarının türlü çeşidini görüp yaşamaya başladık. Terör belası mı daha şerli, yoksa trafik canavarı mı artık karıştırır olduk. Savaşlar mı kanlı, insanlara sinek değeri bile vermeyen küresel entrikalar mı daha cani ayıramıyoruz.
Milyarlarca çekirge fakir ülkeleri silip süpürüyor kimsenin umuru değil, küçücük bir virüs zatı şahanelerini küresel çapta zıplatıveriyor. Asırlarca dünyanın iliğini, kemiğini, zenginliklerini sömürenler şimdi kapılarına yığılan yüzbinlerce göçmen için kendilerine aşılmaz tel örgüler, duvarlar inşa ediyorlar.

Takdiri ilahi şimdi kendi kendilerini sokağa çıkamaz hale getirdiler. Başka ülkelere gitmek isteseler kimse almayacak. Ne büyük dersler var olup biten şeylerde. Tabi görebilene, anlamak isteyene. 

14 Mart 2024 Perşembe

15 Mart 2024 Cuma TORUNLARIMA MEKTUPLAR.......................ANILAR; 15 Mart


Yilmaz Yalcın
KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER... albümüne yeni bir fotoğraf ekledi. 

15 Mart 2020


Doğal olan her şeyi kirlettik, bozduk, değiştirdik. Hem de bunu gelişme, ilerleme ve refah adına yaptık. Acaba yaşadıklarımız tepetaklak ettiğimiz dünyanın bizden intikamı mı? Yoksa aklımızı başımıza getirmek için arada sırada dürtülüyor muyuz? Depremlerle, iklim değişikliğiyle, kasırga sel baskını ve toprak kaymalarıyla, küresel çapta yangın ve salgın hastalıklarla uyarılıyor muyuz? Biz bozdukça onlar bize bozmanın ne demek olduğunu daha çarpıcı bir şekilde mi gösteriyor? Olağanüstü bir zamandan geçiyoruz. Birçok normal dışı haller ve aykırılık yaşadığımız bu günler gerçekten düşündürücü...
Çin ve adına gelişmiş ülke adını verdiğimiz birçok ülke bugün küçücük bir virüs korkusundan adeta bloke oldu. Bırakın o dev ekonomileri, insan hayatı adına göklere çıkarılan bilim ve teknolojiler dahi çaresiz. İnsanları üretim ve tüketimden, ulaşımdan, toplu eğlence ve etkinliklerden, AVM'lerden, turistik faaliyetlerden uzak tutan bu korku ve panik neyin nesi? Dünyanın savaş, gözyaşı, acı, göç, terör ve zulüm gündemi nasıl oldu da birden bire değişiverdi? Acaba gören gözlere, düşünen beyinlere, hisseden gönüllere şu mu denilmek isteniyor: "Dünyanın büyük çoğunluğu fakirlikle, açlıkla, susuzlukla, hastalıkla, ölümle ve zulümle kırılırken siz kılı kıpırdamayanlar,siz! Korku nasıl oluyormuş, çaresizlik neymiş işte görün bakalım!"
Bir de madalyonun öteki yüzü var. Duydunuz mu; İnsanlar evlerine kapanınca, fabrikalar çalışmayınca, mega kentler karantina altına alınınca, milyonlarca araç trafiğe çıkmayınca hava kirliliği de önemli oranda azalmaktaymış. Küresel ısınmanın çevreye dayattığı zararları daha bir farkına varıyormuşuz. Maske kullanan insanlar bir nefeslik taze ve temiz havanın ne kadar değerli olduğunu anlamışlar.
Zalim politika ve ideolojilerin, geçmişteki aşağılık örnekleri gibi yeniden tüm dünyada artmaya başladığı bir zamanda Corona virüs çıkıverdi ve bizzat o müsebbipleri dışlanan, tecrit edilen, sınırlarda bloke edilen ve hastalık taşıyanlar yaptı. Üstelik hiçbir ayrım yapmadan, suçlu suçsuz tüm sarı benizli çekik gözlü, beyaz tenli sarışın mavi gözlü business class yolcularının hepsini.
Onlar ki; daha fazla üretim, patlayasıca tüketime dayalı bir toplumda, günde 14 saat ne olduğu belli olmayan bir amacın peşinde soluksuz koşuyorlardı. İnsan olduklarını unutmuş, bir şarkıda ifade edildiği gibi "yatçez, kalkçez, yatçaz kalkçez.." türü bir hayat içindeydiler. Ölüm varmış, hiç umurlarında değildi. Bir anda "DUR!" denildi o dünyaya. Karantinalara kapatıldılar, evlere tıkıldılar. Günlerce beklediler, daha da bekleyecekler korkuyla. Bu arada her şeyi para ile ölçmeye alışan bu çağdaşlar gerçek değerini hatırlamadıkları bir ‘zaman’ kavramı ile de burun buruna geldiler. Hatta bir tür hesaplaşma başladı aralarında. Bakalım belki bu hesaplaşma sonucunda onunla hala neler yapılabileceğini hatırlayanlar çıkar aralarından.
Çocuklarını büyütmeyi başka kişilere, kurumlara devreden anne babalar üretti bu çağdaş yaşam. Çocuklar anne baba dede nene kokusunu unuttu. Ebeveynler bir aile olmanın ne demek olduğunu kaybettiler. Böyle bir zamanda ne oldu? Dünyanın öteki ucundan bir virüs çıkageldi ve o kreşleri, okulları kapattırıverdi. İnsanları "ne yapacağız biz şimdi?" telaşı sardı. Çaresiz alternatif bulmaya, anne ve baba olmaya yöneldiler. Aile olmayı keşfettiler, çocukları ile birlikte olmayı öğrendiler. Dedeyi neneyi hatırlamaya mecbur kaldılar.
İlişkiler yapmacıklı ve yalan dolan haline gelmemiş miydi? Yüz yüze konuşmak yerine sözde gelişen iletişim araçlarıyla sanal dünyada sohpet etmiyor muyuz? Sosyal medya kanallarıyla sosyalleşme çabası aslında bizi yakın olduğumuza dair bir yanılsamaya itmiyor mu? Bu şekilde gerçek yakınlığın anlamını, sıcaklığını, samimiyetini ve önemini ne kadar da göz ardı etmiştik. İşte tam da bu sırada o virüs gelip gerçek yakınlığı da elimizden çalıverdi. Kural şu: "Kimse birbirine dokunamayacak, öpemeyecek ve sarılamayacak…" Nasıl bir ceza bu?.. Birbirine uzak ve dokunamamanın soğukluğuna mahkum oldu insanlar.
Herkesin kendisini, kendisinin olanı düşündüğü bencil bir dünyada yaşıyoruz. Bir virüs belki de bize çok açık bir mesaj yolluyor: "İnsanlığınıza dönüşün yolu aitlik duygusu, topluluk bilinci, başkasını düşünmek, kendinden daha büyük bir şeyi korumak ve onun tarafından korunmaktan geçiyor." Gerçekten de atılan her adım sadece kendi kaderimizi değil etrafımızdakilerinkini de şekillendirmiyor mu? Aynen bizimkinin de başkalarına bağlı olması gibi.
Karşılaştığımız musibetler bize çok şey öğretir. Hayat birdenbire durduğunda "Kim, neden, ama…" lar görece önemsizdir. Sorunun çevresinde dolaşmak yerine tam merkezine, buradan hangi dersin çıkarılabileceğine bakarsak belki de öğrenecek ve yapacak çok şeyimiz olduğunu görebiliriz. Belli ki dünyamıza ve onun yaratılışına borcumuz çok ve bize bunu küçücük bir virüs bedelini ödeterek hatırlatıyor olamaz mı?

13 Mart 2024 Çarşamba

14 Mart 2024 Perşembe TORUNLARIMA MEKTUPLAR.......................ANILAR; 14 Mart


A'mâk-ı Hayâl

Kelimeler insan için önemlidir. Onlarla konuşur, yazar, hatta onlarla düşünürüz. Atamız ’Adem’e isimler ve kelimeler bizzat onu yaratan Cenab ı Hak tarafından öğretilmiş. Böylece insan Rab’bini bilmiş, kendisini ve çevresini tanımış. Binlerce yıldır çoğalan, dünyaya yayılan insanoğluyla birlikte kelimeler de üreyip çoğalmışlar. Bu yüzden bütün kelimelerin köken itibariyle birbirleriyle ilgisi olduğunu düşünür ve inanırım. Bütün diller de aynı şelaleden fezeyan edip dağılmıştır dünyaya.

Allah’ın bir çok isminden bizim bildiğimiz sadece 99 tanesi. Kuşkusuz bunların dışında da bir çok ismi ve sıfatı vardır. Örneğin ‘hay’ kelimesi bir sıfat olarak Allah’ın diri olması anlamına gelmektedir. İnanırız ki; "Hay ve kayyûm’ olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Bu anlamda Hay, her yönleriyle tam bir hayata sahip olan, hayatın bütün anlamlarını kendinde toplayan demektir. Yani kainatın yaratıcısı olan Allah, tam bir hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. O her zaman var olan, hem kendisi diri, hem de her şeyi dirilten ve ayakta tutandır.

İşte tam da bu yüzden "Ya Hay Ya Kayyûm" diyerek Allah'tan yardım dileyenin, sanki bütün isim ve sıfatları ile Allah'tan yardım dilemiş olduğuna inanmaz mıyız ?

‘Hayy’ kökeninden gelen ‘Hayat’ kelimesi, dilimizde canlı, sağ olma durumu, yaşam manasında kullanılmaktadır. Eş anlamlısı olan ömür kelimesi de zaten doğumdan ölüme değin geçen süre, diri olma halidir. Genellikle köy ve kasaba evlerinde, üstü kapalı, bir veya birkaç yanı açık sofa, avlu, balkon ve sundurmalara da ‘hayat’ denilmesinin bu manada bir rastlantı olmadığını düşünürüm.

Yine dilimizde ‘hay !’ ünlemi; bir azarlama, iyi dilek, şaşma, yalvarma, ilenme, sevinç vb. bildirmelerde kullanılmaktadır. Aynı şekilde Türkçe'mizde "hay-huy" diye ilginç bir deyiş vardır. Bu şekilde de ömrümüzü, zamanımızı hay-huyla geçirmiş olmaktan, boşa harcamaktan bahsetmiş olmuyor muyuz ?

Bu konuyla alakalı pek çok kelimeden örnek verebiliriz. Mesela: haya, hayal, hayalet, hayat, hayır, hayran, hayret, haysiyet, heyecan, hülya, hayvan, muhayyel, muhayyer ve muhayyile bunlardan bazıları. Arapça ‘ḥyy’ kökünden gelen ‘ḥayā’ kelimesi utanma, utangaçlık anlamına gelmektedir. Yine ‘hayāl’ sözcüğü; imgelem, zihinsel görüntü, gövdeden ayrılmış ruh anlamlarında kökeni Arapça olan bir kelimedir.

Bu noktada ‘A'mâk-ı Hayâl’ romanından bahsetmeden geçemeyeceğim. Hayalin derinliklerinde anlamında, 1910 yılında yazılmış Şehbenderzâde Filipeli Ahmet Hilmi'nin çok güzel bir kitabıdır. Tasavvuf edebiyatının önemli eserlerinden biri olarak bilinir. Hayatla hayal arasında bir çizgide gezinen, hayalin derinliklerini ve aklın sınırlarını zorlayan ilginç ve son derece akıcı bir romandır.

Bu hal Aynalı baba dilinden okuyucuya şöyle anlatılır: ‘Keramet külahta ya da yularda değildir / Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.’

Eserde önceleri materyalist olan ve manevi ıstıraplarla sarsılan Raci isimli bir gençle Aynalı baba adındaki bir Allah dostu arasındaki sohbetler anlatılıyor. Böylece içinde bulunulan gerçeği hayal ile rüya arası derinliklerde aratıyor okuyucuya. Bu nedenle eserin, zamanına göre oldukça post modern, Jules Verne tarzı bir bilim kurgu olduğu öne sürülmüştür. Gerçekten de kendi döneminin bilim, felsefe ve tasavvuf düzeyinin çok üstündedir A'mâk-ı Hayâl.

Aslında bu eser ülkemizde İslam’ın sözde modern batı uygarlığının eşya-madde anlayışı ile hesaplaşmasının ilk örneklerinden biridir. Materyalist görüşe karşı bir duruşla kaleme alınmıştır. Zira maddeci görüş sığdır ve insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kalmaktadır.

Raci’nin ifadesiyle: ‘Kalbi ile inkar ettiğini aklı tastik eder, Aklı ile reddettiğini de kalbi kabul eder.’ Böylece insanlar içine düştükleri koyu bir depresyon ve bunalım girdabından bir türlü çıkamazlar.

Pek çoklarının yaptığı gibi Raci de, şüphelerinden, kendi yaşam felsefesinden, her şeyden kaçmak ve unutmak için alkole başlar. Sarhoşluk onu her şeyden ve özellikle kendisinden uzaklaştırmaktadır. Artık o; ‘İçiyor... İçiyordu…’ Sızdığı anlar en rahat ettiği zamanlardı.

Bugün aradan bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hala kitabın kahramanıyla aynı zihinsel sorunları yaşadığımızı itiraf etmemiz gerekiyor. Bu yüzden tasavvufa yatkın, kendisiyle hesaplaşmak isteyen herkesi durulmaya yöneltebilecek bir eserdir A'mâk-ı Hayâl.

Zaten Filibeli Ahmed Hilmi de kitabını ‘Bu kitabı, hakikat aşkıyla yanan, akılla kavranamayacak konuları merak eden insanların zevkle okuyacağı kanaatindeyim’ diye takdim ediyor okurlarına.  ‘Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi ! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip, yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin.’

A’mâk-ı Hayâl’de, iyi eğitim görmüş, düşünen, arayan, gerçeğe susamış bir genç olan Raci’nin  şahsında bir mürîdin ’seyr-i sülûk’unu okuruz. Raci, Aynalı Dede lakablı, meczup görünümüne karşın kemal ve irfan sahibi bir rehberin manevi terbiyesi altında, gönül aleminin derinliklerine yolculuklar yapar. Neticede, alemde Allah’tan başka bir varlık olmadığını, bu alemin Allah’ın sıfatlarının tecellisi olduğunu anlar. İnsan; alemin özü, özeti, meyvası ve yaratılış amacıdır. 

Kitaptan Raci ile Aynalı Dede arasında küçük bir diyalog: “Adınız nedir?” “Ahmet Raci.” “Ahmet Raci mi? -gülerek- “Beşeriyetin adını ellerinden almışsın nurum! İnsan türü o kadar çaresiz, zayıf ve muhtaçtır ki hayatını ricayla sürdürür. Raci demek, insan demektir.”

Evet insanız. Hem eşref i mahlukat’ız hem de aciz ve muhtacız. Bu anlamda hayat demek sadece nefes almak değildir.  Hayat demek nerden geldiğimizi, ne hal üzere olduğumuzu ve ne olacağımızı bilerek yaşamaktır.

Mesela; karşılık beklemeden sevebilmek, anne babaya hürmet etmek, inanmak, umut etmek, çalışmak, dua etmek ve beklemektir.

Hayat demek ölüme hazır olmak demektir.

-------

Ankara/24 Mart 2015 Salı 22:00 

Yilmaz Yalcın
Görsel düşünceler II albümüne yeni bir fotoğraf ekledi.

İftihar edilecek büyük bir eser: Çamlıca camii
"Ne mutlu imanla inşa edip ibadetle ihya eden gönüllere…"
Recep Tayyip Erdoğan
Türkiye Cumhurbaşkanı 


Yilmaz Yalcın

Kesmedim ümmîd vaslından, kesildi her emel
Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim
(Gönlümde yaşattığım arzularımdan vazgeçtimse de kavuşma ümidinden hiç vazgeçmedim. Ayrılık endişesiyle nobranlara dil döküp onların iyiliğine kendimi borçlu hissettirmedim.)
Osman Kemâlî Efendi