Hayatın iki yüzü değil binbir yüzü var aslında. Bakana göre, içinde bulunulan hale göre, zamana ve mekana göre farklı açıklanır hayat. Bir uzak doğu hikayesinde geçen "fil ve 12 kör adama" benzer bu durum. Çocuğa göre başkadır, gence göre daha başka, yaşlıya göre ise bambaşkadır.
Genç bir insana yaşlılığı anlatamazsınız,
bilemez anlayamaz. Yaşlı olansa artık çocukluğun, gençliğin nasıl bir şey
olduğunu çoktan gerilerde bırakmıştır. Neticeyi kelam insan ömrünün her
döneminde farklı yaşar hayatı.
Çok gariptir
ki bazı gerçekler hatırlatmasa insan ömrünün neresinde olduğunu bile unutur çoğu
zaman. Hali yaşamak o kadar baskındır ki fotoğrafın tümünü göremez. Çocuksa
çocukluğunu, gençse delikanlılığını, olgunsa çağını yaşar önünü ardını
düşünmeden. Onun için meselâ yaşamın içindeyken yazamaz insan olup biteni. Anı birebir yazan
hiçbir yazar görülmemiştir bugüne kadar. Yazılmış olsa edebi bir değeri olmaz, inanın herbir hayat ciltlere sığmazdı
Olup biten herşey bir matruşka bebeği gibi peşpeşe yaşanır ömrümüzde. Değil geleceğini, yarınını hatta bir saniye sonrasını da bilemez insan. Nasıl yazsın ki hayatın tamamen kendi elinden çıkan bir kurgusu yoktur, olamaz da. İnsan hiçbir zaman emin değildir, olamayacaktır eserinin finalinden. O ancak ahirette görüp "Aaa bu benim kitabım mı? Herşeyi yazıp dökmüş, yazılmadık hiç birşey bırakmamış!"dediğimizde mümkün olacak.
Kolay olan aradan belli bir zaman geçtikten sonra
yaşananları anlamaya çalışmaktır. Ya da oturup tamamen hayallerden oluşan sanal
bir gelecek kurgusu yapmak. Dünyada yaşam üzerine bütün yazılanları işte bu iki cümleyle özetlemek mümkün.
Üç gün sonra
nasip olursa 66 yaşında olacağım. Rahmetli annem babam 1955'te evlenmişler.
1956'nın Ağustos ayında ben doğmuşum. Köyde harman zamanıymış. Annem rahmetli
gününü bilmiyordu, yalnız öğle vaktiydi dediğini hatırlıyorum. Epey bir zaman 1 Ağustosla 15 Ağustos arasında mütereddittim. Ne ki Ağustosun 15'i
doğum tarihi olarak bizim ailede ortak kabul görünce sorun çözülmüş oldu. Yani tamamen itibari bir şey. Ama başka bir şey var ki olayı daha da karıştırıyor. Çünkü nüfus cüzdanımdaki doğum tarihi 1957
yılının 26 Şubatını gösteriyor.
Peki bu
nasıl olmuş? Köy yerinde harman zamanı demek iş çok demek. Ürünler toplanacak,
fazlası satılacak, gerekli tohum ve kışlıklar ayrılacak. Güzün de tarlalar yeniden
ekilecek. İşte bu iş güç benim nüfusa kaydımı geciktirmiş. Bu yüzden rahmetli dedem
ilçeye gidip o zamana göre ciddi bir bürokratik işlem olan nüfus cüzdanımı
çıkartmayı ancak 6 ay sonra kışın yapabilmiş. Bunda köy yerinde "hele
bakalım sağ kalır mı, belki ölür boşuna kafa kağıdı çıkarmayalım"
düşüncesinin payı var mı bilmiyorum. Bazen de erkek çocuklar askere geç gitsin
diye doğum bildirimini bilhassa geciktirirlermiş.
Her neyse, ben zaten bu kaydî doğum günümü önemsemiyorum. 26 Şubatta bankalar, müşteri ilişkisini sürdürmek isteyen şirketler, ya da gerçeği bilmeyen işyeri çalışanlarından doğum günü kutlaması aldığımda ben de şaşırıyorum. Benim için doğum tarihim yalnızca aile ortamında kabul gören 15 Ağustos. Tabi ki nüfus cüzdanıma göre şu an resmen 65 yaşındayım. Fakat gerçekte üç gün sonra 66 yaşımı geride bırakmış olacağım. Ama her doğum günümde bu karışıklığı hatırlamak, az veya çok açıklamaya çalışmak oldukça tuhaf bir durum.
Daha da
tuhaf olanı bu "65 yaş" barajını geçmiş olmak. Ne ara altmışı geçtim,
ne zaman altmışbeş yaş oldum? "O olsun, bu olsun, şunu da yapalım, bu da geçsin" derken 65'i geçmişiz de haberimiz yok. Geçen Mart ayında bir tren bileti almak
için DDY'nı aramıştım. Yardımcı olan genç kız sağ olsun gidiş dönüş bilet
işimizi hallediverdi ama bir de sürpriz yaptı. Eşime 56 lira bana 31 liralık
bilet kesince "Neden?" diye sordum: "Siz 65 yaşındasınız!" dedi "65 yaş üstü müşterilerimiz %50 indirimden yararlanıyor." Birdenbire karşıma çıkan bu gerçek beni bir hayli şaşırtmıştı doğrusu.
Sevineyim mi üzüleyim mi bilememiştim.
Halbuki
yaşımı en iyi bilecek kişi benim değil mi? Neden başkasından duyunca şaşırdım?
İşte hayatı yaşarken bazı şeylerin farkında olamamak böyle bir şey. Çocuklukta,
gençlikte doğum günü nedir hiç bilmedim. Çocuklarım hepsi erişkin olduktan sonra
belki 40'lı yıllarda benim de doğum günüm kutlanır oldu. Yok öyle pastalı mumlu
filan değil ama daha çok birlikte dışarda yemek yiyerek. Ailemizin birlikte
olma vesilesiydi sadece. Hediyeler nedense 60'lı yıllarda geldi. Sonrasında yılın
içine yayılmış çocukların, torunların doğum günleri arasında "Al gülüm ver
gülüm" seremonisi olarak hediyeler de alınır verilir oldu.
Evet, torunlarımın, çocuklarımın doğum günlerini takip eder, katılırım. Ama kendim için doğum günü olmasa aramam. Ayrıca işin kökeninde de beni rahatsız eden bir şeyler var. Doğum günü kutlamaları bize başka kültürlerden geçmiş bir uygulama. Çünkü günümüz bu kutlamalar başlangıç ve gelişim süreci itibariyle İslam inanç, uygarlık ve kültürünün tamamen dışında. Ne eski türklerde ne araplarda ne de İslam medeniyetinde bu tarz bir doğum günü kutlaması görülmemiş.
Günümüz hali veya benzer biçimde bir doğum günü
kutlaması Türklerde de asla yok. Eski Türklerde “Ad Günü” diye nitelendirilen gün doğum günü mantığı ve özelliğinden çok, bir ad koyma
kutlaması. Çocuğun doğumundan birkaç yıl sonra büyük törenle yapılıyor ve her
yıl kutlama, pasta kesme gibi adetler asla yok.
Doğum günü kutlamanın insanlık tarihinde bilinen ilk örneği
Eski Mısır döneminde Firavunların taç giyme törenleri. Bu
törenler onların doğum günü olarak
kabul ediliyormuş.
Pers kültüründe de doğum günü kutlamaları yılın
en kıymetli günü sayılır, sofralar donatılırmış.
Antik Yunanlılar, her ayın altısında ve yalnızca erkekler için doğum günü kutlarlarmış. O gün pasta üzerine mumlar diker, dumanın Tanrı Artemis’in dileklerini duymasına yardımcı olacağına inanırlarmış. Bu anlamda mum, pasta ve tanrıya dilekte bulunma âdeti Eski Yunandan süregelen bir gelenek.
Antik Romada doğum günü kutlama geleneği ayrıcalıklı ve yalnızca soylulara hasbir etkinlik olarak yapılıyormuş. Bu bağlamda soylulardan birinin 50. yaşına girmesiyle arkadaş ve ailesi tarafından sürpriz partiler tertiplenir ve kutlama yapılırmış. Yine eski Yunan âdetinden süregelen şekliyle bir pasta kesilir ancak pasta üzerine herhangi bir mum dikme adeti bulunmazmış. İlginç olan bütün bu doğum günü kutlama âdeti Hristiyanlığın Roma Uygarlığında yaygınlaşması ile sona ermiş.
Hristiyanlar
önceleri “Dünyevi Doğuşu” kutlamak yerine,
bu çile yurdundan ayrılma manasına gelen “Ölüm” gününü kutlamayı tercih
etmişler. Ayrıca
bu tarz kutlamaları Pagan âdeti olarak ilan ederek, Mısır
firavunları ve putperestlere benzemek olarak görmüşler. Fakat eski pagan inanışlardan arınamayan bazı Alman fırıncılar, 15.
Yüzyılda çocuklarının 1. Yaş gününü kutlamak isteyen ailelere tek katlı pastalar
üretmeye başlamış. Bu uygulamada bile asla mum dikilmesine izin verilmemiş.
İlk etapta
kutlanmayan ve kutlanması günah sayılan
doğum günü, bir
süre sonra Hz. İsa’nın doğum günü olarak
kabul edilen 25 Aralık’ta “Christmas (Noel)” olarak kutlanmaya başlanmış. Ancak
kadın ve çocuklar dâhil tüm aile üyelerinde kutlanır bir hal alması için daha 800 yıl geçmesi gerekmiş. Böylece günümüz şekliyle Avrupa’da doğum günü kutlamaları 12. Yüzyıldan sonra
yaygınlaşmış.
İşin doğrusu doğum gününün bu serencamını bu şekliyle ben de bilmiyordum. Ama arayan buluyor, 65 yaşımdan sonra öğrenmiş oldum. Daha da bundan sonra doğum günümü pastalı mumlu kutlamam. Zaten 65 yaşından sonra doğum günü kutlanacak, sevinilecek ne var? Hediye de istemem. Ama ömrüme, sağlığıma, hayrıma dua edecek güzel temenniler başımın üstüne. Çocuklarımın ilgisi, araması, gülümsemeleri ve güzel sözleri bu saatten sonra beni en çok mutlu edecek şey.
İnsan yaşadıkça değişiyor, öğreniyor ve hayatın farklı yüzlerine tanık oluyor.