15 Aralık 2021 Çarşamba

15 Aralık 2021 Çarşamba 14:30 ORJAN POSTASI..................................Şaşırtıcı gerçekler

Şaşırtıcı gerçekler

Orjan'ın ilk adının "SINIRLI SORUMLU ORMAN VE JANDARMA MENSUPLARI SAHİL ARSA, TURİZM VE YAPI KOOPERATİFİ" olduğunu biliyor muydunuz? Ama 1978'deki ilk broşürleri "OR_JAN YAPI KOOPERATİFİ" logosuyla yayınlanmıştı. O günlerde brüt 400 m2 arsa metresi 120 TL'den 48 bin lira bedelle üye alımı yapılıyordu.  Broşürde "Mensuplarımızın çoğunluğunu, Orman Bakanlığı personeli, subaylar, öğretmenler ile bunların yakınları oluşturmaktadır" cümlesi vardı. O broşürü hala saklarım.

 

1163 sayılı kanunda yapılan değişiklik sebebiyle "Kooperatifler ve üst kuruluşlarının ünvanlarında kamu kurum ve kuruluşlarının isimlerine yer verilmesi yasaklandığından" 11.genel kurulda kooperatifimizin ismi "SINIRLI SORUMLU ORJAN TURİZM VE KONUT YAPI KOOPERATİFİ" olarak değiştirildi. Böylece 1989 yılında hem "ORMAN VE JANDARMA MENSUPLARI" ifadesi, hem de "SAHİL ARSA" sözcükleri ünvanımızdan çıkarılmış oldu.

 

Ancak, sakladığın ilk broşürde geçen şu ifadeye özellikle dikkatinizi çekmek isterim: "Amacımız, yurdun çeşitli yörelerinde oturan müstakbel ortaklarımızı, Ege kıyılarının en güzel ve seçkin manzaralı, turistik yönden en gelişmiş yerinde arsa ve konut sahibi yapmaktır."  Yine aynı broşürün son kısmında "ORJAN arazisinin imar parselasyonu tamamlandıktan sonra ortaklarımıza tapuları derhal takdim olunacaktır" cümlesi yer alıyordu.

 

1986'da yapılan 8.nci Genel Kurul sonrası basılıp dağıtılan kitapçıkta ise şu bilgi verilmiş: "24.11.1981 tarihinde Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 2.KONUT ALANI TURİSTİK TATİL KÖYÜ olarak işlem görmüş, tasdik edilmiştir. Buna göre özellikle, TURİZME TATİL KÖYÜ olarak hizmet verecek, yani turizm mevsiminde konutlarımızı turizmin emrine tahsisi etmek veya kendimizle birlikte evimizin bir bölümünün turiste tahsisi edilmesi, arazimizin önündeki "OTEL-MOTEL" VE "PLAJ TESİSLERİ" ve ona uygun "TİCARET MERKEZLERİ" İLE TURİSTLERE HİZMET VERMEK VE ORTAKLARIMIZIN yaz aylarındaki tatil ihtiyaçlarının bu tatil köyünde edinecekleri 2.konutlarda geçirmek amaçlanmıştır."

 

Ancak aynı kitapçıkta "Gerek genel kurullarda ve gerekse ortaklarımızla yaptığımız görüşmelerde ve fikir alışverişlerimizde genelde çoğu dar gelirli siz ortaklarımıza o yörenin kısa turizm mevsiminden yararlanma ve kendisi dışında turizme hizmet etmek ve bu kanaldan gelir sağlamak amacıyla böylesine bir yatırıma girmek istemediği anlaşılmıştır. Böyle bir yöne girmediği sürece de Turizm kredisinden yararlanma şansımızın olmadığı ve olamayacağı araştırmalarımızdan anlaşılmış bulunmaktadır" ifadeleri geçiyor.

 

Bu nedenle ortakların kısıtlı imkanlarla "her mevsim kalabileceği bir ev sahibi olmak" ve "bir an önce yuvasına kavuşma kararlılığı içerisinde olduğunun anlaşıldığı" anlatılmış. Kooperatif böylece en azından zihinsel açıdan keskin bir viraja girmek zorunda kalmış gibi görünüyor.

 

Belki de bu yüzden, o günkü yönetim “İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİ  ile hem TURİZM imkanlarından hem  de TOPLU KONUT KREDİLERİNDEN ve BELEDİYE YARDIMLARINDAN istifade etme amacına yönelinmesi gerektiğini” söylese de 36 senedir bu anlamda ciddi bir imar planı değişikliği olmadı/yapılamadı. En azından TURİZM konusu o günden bu yana ciddi bir şekilde gündemimize girmedi/giremedi. Orjan kamuoyu da bu meseleyi “TATİLCİ” ve “YAZLIK SAHİBİ OLMAK” olarak algıladı ve öyle de bu günlere geldik.


Oysa ki daha 1982 yılında Belediye ve Tapu Müdürlüğü nezdinde arazinin ifrazı yapılarak; 1) Konut Alanları 499.176 M2  2) İmar Harici Alanlar İçin  2.508 M2 3) Turistik Konaklama İçin  13.581 M2 ve 4) Günübirlik Tesisler İçin 10.642 M2 olmak üzere 4 adet tapu alınmıştı. İşte halen KOOPERATİFİN ELİNDE bulunan tapular bunlar.  

 

Eskiler hatırlayacaklardır 4.10.1986 tarihinde Orjan'da sembolik bir "ORTAKLARA TAPU DAĞITIM TÖRENİ" düzenlenmişti. Böylece kooperatifin sahip olduğu 499.176 M2'lik 1 nolu Konut Alanları tapusu kağıt üzerinde 1803 ortağa bölünerek her parseli 276,86m2 olan şu andaki tapularımız verildi. ANLAŞILACAĞI GİBİ BU BİR TÜR HİSSELİ TAPU. Çünkü bölüştürülen o konut alanı içinde caddeler, sokaklar, kaldırımlar, parklar ve yeşil alanlar da var.

 

Neticede TURİZM kelimesi sadece ünvanımızda ve algımızda kaldı. Geçenlerde resmi web sitesinin açılması vesilesiyle herkes gibi ben de sevinmiştim. Yayınlanan yerleşim planında gördüğüm eksikliği iletmek istedim, ancak talep/şikayet modülü çalışmıyordu. Bunun üzerine sayın başkanı telefonla aradım. Durumu haber verdim ve anlaştığımız üzere talebimi e-posta ile kendilerine ilettim. Ancak iki haftadır ne güncelleme yapıldı, ne de bana bir geri dönüş oldu.

 

Halbuki maksadım şuydu; yerleşim planına alınan 4 tapu işlensin ve son imar durumumuz görülebilsin. Böylece arazimiz dışındaki yerimizi görelim, arazimiz içindeki farklı işlevsellikteki bölgeleri de ayırd edebilelim. Özellikle “TURİSTİK KONAKLAMA” İçin  ayrılan 13.581 M2 alan ile “GÜNÜBIRLIK TESISLER” adıyla belirtilen 10.642 M2’lik yerlerin son şekli açıklığa kavuşsun istedim. Bu hem ileri geri yapılan bazı spekülasyonları önler, hem de yönetimin açıklık taahhüdüne uygun olur diye düşünüyorum.

 

Biliyorsunuz konutlarımız bitip, İSKAN RAPORU ALARAK içine girdiğimiz halde AMAÇLANAN İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİ YAPILMADIĞI İÇİN, ortakları ferdi mülkiyete geçirecek GERÇEK TAPULAR VERİLMEDİ/VERİLEMEDİ. Bu mesele bence kooperatifimizin en önde gelen, en ağırlıklı ama nedense en fazla üzerinde durulmayan konusu. Şaşırtıcı değil mi?

 

Tabi ki bu meselenin sonuçları da oldu/oluyor da. Kooperatifin 20 yıl olan süresinin önce 40 yıla, sonra da 60 yıla çıkarılması bunlardan biri. Dolayısıyla Kooperatifin amacı sona ermiş olmasına rağmen bir türlü tasfiye/ya da değişiklik sürecine girmemesi/girememesi bu yüzden.

 

2017 yılında Bakanlığa yazılan "işletme kooperatifine geçme" talebi ve bu talebin "ÖNCELİKLE FERDİ MÜLKİYETE GEÇMELİSİNİZ!" cevabı ayrı bir yazı konusu olacak kadar önemli. Zaten bu red cevabı üzerine konuyla ilgili hiçbir hazırlığı olmayan yönetimin üçüncü uzatma, yani kooperatifin süresinin 60 yıla çıkarılmasından başka çaresi kalmamıştı.

 

Neticede 634 sayılı Kat mülkiyeti kanunu uyarınca SİTE YÖNETİMİNE GEÇMEMİŞ/GEÇEMEMİŞ olmamız da aynı sebepten. Fiilen oturduğumuz 131 m2'lik konut alanımız için 276,86m2 üzerinden senelerdir iki katı fazla vergi veriyoruz. İşte bunlar bildiğimizi sandığımız, ancak bildiğimizi de unuttuğumuz çarpıcı gerçekler.

 

Şimdi varsa yoksa "Kanalizasyon ihalesi" üzerinde tartışılıyor. Biliyor muydunuz ki, 1985'te yapılan ilk ihale de aynı şekilde tartışılmıştı. Hatta 8.nci genel kurulda yönetim bu yüzden İBRA EDİLMEDİ.  Sonra ne oldu? Gelen yönetim işi bir alt komisyona havale etti. O da herhangi bir usulsüzlük bulamadı ve geçmiş yönetim böylece aklanmış oldu. Ama bizim kooperatif geçmişimizde bir iki ibra edilmeme olayı var ki, bu da onlardan biri. Sonunda aklanmış bile olsalar ibra edilmemek bir yönetim için oldukça ağır bir sonuç. Kimse böyle bir duruma düşmek istemez.

 

Öte yandan o günlere şahit olan bizler biliyorduk ki "BETON BÜZLERLE YAPILAN" o günün şartlarında oldukça cesur ve ileri bir sistemin çok çok 20-30 yıllık bir ekonomik-teknik ömrü vardı. Her şeyden önce fosseptik ilkelliğini ortadan kaldırmış, zamanına göre modern bir projeydi. Elbette o günlerde PLASTİK BORULARLA KANALİZASYON İNŞAASI ÜLKEMİZDE HENÜZ GELİŞMEMİŞTİ. Bütün alt yapılarda beton büzler kullanılıyordu. Her şeye rağmen bizim gibi taban suyu yüksek bir arazide beton büzlerin 36 yıl dayanması bile oldukça şaşırtıcı. Muhtemelen pek çok noktada çürümüş büzler nedeniyle kanal atıklarımızın toprak içinde kendine yol açarak aktığı düşünülüyor.

 

Şimdi bu konuya yoğun bir şekilde muhalefet edenler önce dönüp genel kurul öncesinde neden hazırlıksız olduklarını düşünmeliler. Ya da şöyle diyelim; şayet onlar seçilmiş olsalardı Genel Kurul kararına rağmen Kanalizasyon ihalesini yapmayacaklar mıydı? Yürüyen bir süreci askıya almanın, bir iki sene daha ötelemenin sorumluluğuna katlanabilecekler miydi?

 

Bazıları neredeyse ihale dosyasını komple isteyecek kadar aşırıya gidiyor. Bilindiği üzere bu süreçler tümüyle teknik, mali ve hukuki ayrıntılar içerir. Ehli olmayan kişilerin bölük pörçük bilgilerden çıkaracağı sonuçlar da büyük ihtimalle yanlış olacaktır. Sabretmekte, yeni yönetime zaman tanımakta fayda var. Yetkilerini kullansınlar ve görevlerini eksiksiz yapsınlar. Neticede onların da yaptıkları işlerden dolayı sorumlulukları var. Denetim kurulunun da öyle. Sonuçta doğru da olsa yanlış ta olsa genel kurulda karşımıza gelecekler. İbra edilmeme satırı onlar için de geçerli.

 

Ben bu noktada, hele de mevcut ekonomik şartlarda, yönetimin başarılı olup projeyi aksamadan tamamlamasını dilemekten başka bir seçenek görmüyorum. Kuşkusuz onlar da çok iyi hesap etmedikleri bir emrivaki ile karşılaştılar. Ancak yönetim yeri tereddüt ve kararsızlık kaldırmaz. Halk tabiriyle şimdi "UMDUKLARI İLE DEĞİL BULDUKLARI" ile karşı karşıyalar ve başarmak zorundalar. Üstelik yönetim ve denetimde şeffaf olmayı, danışmayı, paylaşmayı ve birlikte yönetmeyi kendileri vaad etmemiş miydi? Sabır ve olgunluk bize, gereğini yapmak da onlara düşer.

 

Dipsiz kuyularda cedelleşmektense tartışmaların sağlıklı bir düzeyde olabilmesine katkıda bulunmak isterim. Bu yüzden önümüzdeki hafta Kooperatif mevzuatımızın "bildiğimizi sandığımız ama bildiklerimizi de unuttuğumuz GÖREV, YETKİ VE SORUMLULUKLAR" bahsine ışık tutmaya çalışacağım. Neticede eleştiri de bir hak ama usulünce yapılırsa faydalı olur. Usul de mümkün olduğu kadar yasal zeminlerde yapılırsa bir kıymet ifade eder. Böyle olmazsa yazılıp çizilenler en hafif tabiriyle "nadan'lık" olur ve ne yazık ki onulmaz yaralara yol açar. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın.

13 Aralık 2021 Pazartesi

13 Aralık 2021 23:00 Pazartesi CORONA GÜNLERİ..............................Bıçak sırtında

Bıçak sırtında

Bugün 13 Aralık 2021 Pazartesi. Dünyada Virüsün ortaya çıkmasının üzerinden 720 gün geçti. Coronavirüs salgını ülkemizde de 641.ncü gününde. Dünyayı korkutan yeni varyant nihayet ülkemizde de görüldü. Sağlık bakanının verdiği bilgiye göre ülkemizde biri İstanbul’da, 5’i İzmir’de olmak üzere toplam 6 kişide Omicron varyantı tespit edilmiş. Ancak bu 6 kişi Covid-19’u hafif belirtilerle geçirmekteymiş. Hastaneye yatırılmalarına ihtiyaç olmamış.

"Vatandaşlarımız kaygılanmamalı, tedbirlere uymalı, eksik aşılarını tamamlamalıdır" diyor sayın bakan. Gerçekten de Covid-19 salgını ortaya çıktığı aylarda ve bu yılın başlarındaki kadar korkutucu değil. Sosyal hayatı eski ölçüde tahrip etmiyor. Çoğu insan hastalığı oldukça hafif geçiriyor. Neden? Bu soruların cevabı aşı uygulamasında. Eksik aşılar tamamlandıkça da gücümüz artacak.

Kapanma olacak mı, yeni tedbirler gelecek mi? Bu soruların cevabı da aşıdan elde edilen sonuçlarla yakından ilgili. Salgın vesilesiyle bireysel hayatla toplumsal hayat arasına yeni uçurumlar girmesine ne devletin  ne de vatandaşın tahammülü var.  Zaten toplumların bunu ilanihaye sürdürmesi de mümkün değil. Hayatı yasaklarla devam ettiremeyiz.

Evet, aşının etkisiyle toplumda Covid-19’a yakalanma endişesi giderek azalıyor.  Aşının sonuçları ortada! Yaygın aşılamanın ardından yaşadığımız süreç bize şunu gösterdi: Tam aşılı olanlar Covid-19’u genellikle hafif geçirmekte. Aşı aleyhtarı söylemlerden etkilenenler, aşılarını eksik bırakanlar, genç olsalar da, kronik rahatsızlıkları bulunmasa da yıpratıcı günler yaşıyorlar. Kaldı ki risk grubunda bulunan ileri yaştakiler, kronik hastalığı olanlar için yüksek risk devam ediyor. Bu yüzden aşıları eksik olan herkes aşılarını tamamlamalı.

Dünyada corona vakaları toplamda 271 milyona (270.678.636) dayanmış durumda. Haftalık vaka sayısı (270.678.636-266.915.820) 3.762.816 görünüyor. Halbuki bu rakam geçen hafta 4.832.955 idi. Fark (3.762.816-4.832.955) -1.070.139  olmuş, yani haftalık vakalarda (-1.070.139/4.832.955) %22,14 azalış söz konusu. Yine, bir günlük ortalama (3.762.816/7) 537.545 olarak gerçekleşmiş. Bu durumda geçen haftaya nazaran günlük ortalama vaka sayılarında da (537.545-690.422) -152.877 kadar bir azalma görülüyor.

Corona vakaları bizde de bu hafta toplamda 9 milyonu (9.058.975) geçmiş durumda. Vakalar bir önceki haftaya göre (9.058.975-8.921.150) 137.825 artmış. Bu kümülatif olarak haftalık (137.825/8.921.150) %1,54'lük bir artışı gösteriyor. Geçen hafta bu rakam 150.778 (%1,72) idi. Fark, (137.825-150.778) -12.953 olmuş. Yani haftalık vakalarda (-23.184/150.778) -%15,38  bir azalış var. 

Haftalık vakaların bir günlük ortalaması ise (137.825/7) 19.689  seviyesinde. Oysa yine geçen hafta bu rakam 21.540  idi. Bu durumda geçen haftaya nazaran günlük ortalama vaka sayılarında (19.689-21.540) -1.851 kadar bir azalış söz konusu. Yani (-1.851/21.540) -%8,59 azalış, geçen haftanın -%13,33  azalışına göre (13,33-8,59) %4,74 daha az bir düşme anlamına geliyor.

Dünyada ölümler de artık 5,3 milyonun (5.325.414) üstünde. Bir hafta içinde (5.325.414-5.281.883) 43.531 can kaybı yaşanmış. Halbuki bu rakam geçen hafta 60.660 idi.  Fark (43.531-60.660) -17.129 olmuş. Yani haftalık can kayıplarında (-17.129/60.660) -%28,24'lük bir azalış söz konusu. Geçen hafta ortalama can kaybı 8.665 idi, bu hafta ise bu rakam (43.531/7) 6.219'e düşmüş görünüyor. Aradaki fark (6.219-8.665) -2.446 olmuş. Yani (-2.446/6.219) -%39,33'lük bir azalma var.

Türkiye'deki vefatlarsa artık 78 binin üstüne çıkmış durumda. 13 Aralık itibariyle de maalesef 79.322 oldu.  Buna göre bir hafta içinde (79.322-78.017) 1.305 vefat gerçekleşmiş. Bu geçen haftaya göre (1.305-1.382) -77 daha az vefat demek. Haftalık artış (1.305/78.017) %1,67 oysa geçen haftanın artışı %1,80 idi. Fark (1,67-1,80) -%0,13 haftalık vefatların geçen haftaya göre binde 13 azaldığı anlamına geliyor. 

Bir başka açıdan günlük ortalama gerçekleşen vefat (1.305/7) 186 olurken geçen hafta bu rakam 197 idi. Bu durumda geçen haftaya göre günlük ortalama ölüm sayısında (197-186) 11 kadar bir azalış olmuş. Nihayet 200'lerin altındayız. Ancak maalesef hala ortalama her gün bir uçak dolusu insan kaybetmeye devam ediyoruz.

Ancak 13 Aralık itibariyle iyileşenlerin toplamı 8.638.034'ye ulaşmış durumda. Bu da toplam vakaların 95,35% 'i demek. Geçen Pazartesi günü bu oran 94,86% idi. Demek ki yine çok küçük de olsa (95,35-94,86) binde 49 artış var. Neticede bu hafta da geçen  haftaların umut verici gelişmesinin devam ettiğini görüyoruz. Yani günlük iyileşmeler yeni vakaların hep üstünde gerçekleşiyor. Son haftayı esas alırsak ortalama olarak her gün 19.689 yeni vakaya karşılık 25.102 kişi iyileşmiş.

Dünyadaki haftalık vaka azalışı %22,14 iken ülkemizde son bir haftada %15,38 bir azalış görülüyor. Vefatlarda ise haftalık azalış oranları  %28,24 ve %0,13 gözüküyor. Yani hem vakalarda hem de vefatlarda azalış var ama bu hafta bizde biraz daha az gerçekleşmiş.

Bu hafta hastaneye başvurup test yaptıran her yüz kişiden 5,3'ü pozitif çıkmış. Geçen hafta bu rakam 6,1, bir önceki hafta 6,9 idi. Üç hafta önce de 22 kasımda 6,6,  15 kasımda 7, 8 Kasımda ise 7,9 kişi olmuştu. Bu veriler de gösteriyor ki son bir ayda pozitif vaka oranında bir düşme eğilimi var. Ülkemizdeki vakalarda ve vefat sayılarında gözlenen düşme eğilimli yatay seyir, hiç kuşku yok ki aşı uygulamasının sonucu.

Ancak şu anda Türkiye’nin her yerinde yoğun bakımda yatan Covid-19 hastaları var. Bunların önemli bir bölümünün hiç aşı yaptırmamış veya aşıları eksik kişiler olması tesadüf değil. Aşılı kişilerin hastalığı büyük oranda hafif geçirmesi de tesadüf değil. Geride kalan 10 ayın sonuçları bunu gösteriyor. Peki, insanlarımızı aşıdan önyargılarla korkutmaya çalışanlar NE KAZANDI? Hatalı kararlarınsa sonucunu hepimiz biliyoruz.

Bir hafta önce 6 Aralık itibariyle  en az 1 doz aşı olmuş 18 yaş üzeri nüfus 90,86%  ve 2. doz ortalaması ise 81,68% olmuştu. Yine o gün itibariyle 1.(56.398.458), 2. (50.698.978) ve 3.(12.408.439) doz aşısını yaptıran vatandaş sayısı toplamda 121.042.428'ye yükselmiş durumdaydı.

Bugün ise 13 Aralık itibariyle 1 doz aşı olmuş 18 yaş üzeri nüfus 91,10% seviyesindeyken 2. doz ortalaması da 82,10% olmuş. Ayrıca 1.(56.544.501), 2. (50.961.533) ve 3.(12.684.219) doz aşısını yaptıran vatandaş sayısı toplamda 121.804.033'ye ulaşmış durumda.

Bu verilere göre; her gün ortalama (121.804.033-121.042.428=761.605/7=) 108.801 doz aşılama yapıldığı ve bir haftada (108.801/121.042.428) 0,0009 kadar çok çok az bir artış gerçekleştiği anlaşılıyor. Ancak bir başka açıdan da aynı veriler geçen haftaya göre günlük ortalamada (108.801-111.543) -2.742 kadar bir azalma, yani (-2.742/111.543) -0,0246 bir azalış olduğunu gösteriyor. Buradan son haftalardaki aşılama uygulamasının oldukça yavaş ilerlediği anlaşılıyor.

Salgın son 6 haftada benzer günlük vaka sayılarıyla seyretti. Avrupa'da görülen ani artışlar ülkemizde görülmedi. Bu olumlu durumu sürdürmek ve kayıplarımızı azaltmak için eksik aşıları tamamlamalı tedbirden taviz vermemeliyiz.

Ülkemizin sağlık ve sosyal güvenlik sistemi çok güçlü. Gelişmiş olduğu iddia edilen ülkelerde verilemeyen sağlık hizmetlerinin acı bilançosu da ortada. Ülkemizde koridorlarda oksijen tüpleri önünde kuyruğa girmiş hastalar görmedik. Hatta kendi vatandaşlarımızı dünyanın dört bir yanından ülkemize getirip tedavi edildiler.

Sağlık bakanımız Dr. Fahrettin Koca 12 aralıkta mecliste bakanlığının bütçesi ile ilgili yaptığı konuşmada kendimize güvenimizi arttıran şeyler söyledi: "Ülkemizde 25 yıl aradan sonra yeniden aşı üretildi. Yaklaşık 50 yıldan uzun bir süredir ilk defa hücre çalışmalarından başlayarak, antijen dâhil, yerli olarak geliştirilen bir aşımız oldu. Yerli inaktif COVID-19 aşımız Turkovac’ın her safhası ülkemizde geliştirildi. COVID-19 aşısını üretebilmiş 6 ülkeden biriyiz."

Böylece Türkiye yaklaşık 50 yıl sonra %100 kendi imkânları ile aşı geliştirdi. Bu değere sahip çıkmak hepimizin sorumluluğu. 

BİR ÖNERİ HİKAYESİ (V)

İki yıl önceki yazılarımızda ‘Susurluk için ne yapılabilir?’sorusuna cevap bulmak üzere yola çıktmıştık. ‘Sıla i Rahim’ Susurluğun bir sıla i rahim, bir memleket olarak kıymetini dile getiriyordu. 1960’lı yıllardan 2000’li yıllara nasıl gelindiğini anlatmıştık. Özellikle 80’lerden itibaren Susurluk nüfusu ve ekonomisinin adeta patinaj yapmaya başladığını, Şeker fabrikasının ve Susurluğun yeni yetişen gençlere yetmez olduğunu yazmıştık. 

 

80’li ve 90’lı yıllar zaten ülkenin de türbülansa girdiği yıllardı. Ne yazık ki Susurluk bu dönemin yaralarını sıcağı sıcağına pek anlayamamış, alıştıkları devranın öyle gideceğini sanmıştı. O dönemde geleceğe yönelik bir atılım içine girmediği için de maalesef 2000’li yıllar Susurluğun yüzüne hep birer şamar gibi inmekteydi. Önce Şeker fabrikası teklemeye başlamış, ardından parlayan yıldızımız Yörsan’la ilişkiler gerilmişti.

 

Maalesef Susurluk gelecek yıllar ve gelişmelere karşı yapılan uyarılara da duyarsızdı. Yeni sanayi yatırımlarına ihtiyaç olduğunu, Susurluğu teğet geçecek bir İzmir otobanı plânlandığını, gençler için tez elden bir şeyler yapılmazsa ilerde büyük sorunlar yaşanacağını duymak, anlamak istemedi. Nihayet Yörsan krize girip iflas etti, halen ne olacağı belirsiz. Dinlenme tesislerinin de akıbeti karanlık. Susurluk böyle giderse bir köy haline mi gelecekti?

 

Elbet her sabahın bir akşamı var, her gündüzün bir gecesi. Oluveren şeyler içinde ömrümüzün zaman tünelinde parlayan, bir güneş gibi aydınlatıp ısıtan, sonra da solup giden, yitirdiğimiz şeyler yok mu? Bir şeyler yapanların kadrini kıymetini bildik mi peki? Olanların da farkına varıp sahip çıkabildik mi? İşte sorunun içinde sorular var. “Ne gibi şeyler?” meselâ, ‘Kim yapacak, ne zaman yapacak, nasıl yapacak, nerede yapılacak?” gibi meselâ. Bu soruların alacakaranlığında memleketimden gittikçe yükselen bir ses, bir çağrı işitiyorum: “Susurluk için mutlaka bir şeyler yapmalıyız!

 

Bir şeyler yapmak gerektiği açıktı ama ‘Ne yapılmalıydı?’ ‘Alacakaranlık’ başlıklı yazımıza şöyle başlamıştık: “Artık bir şeyler yapmalı” demekle o ‘bir şeyler’ kendiliğinden olur mu? Ya da kendiliğinden olmakta olan, oluveren şeyler gerçekte bizim istediğimiz şeyler midir? “Hatta bu meseleyi ‘Kim yapacak, ne zaman yapacak, nasıl yapacak, nerede yapılacak?” gibi sorularla sistemli biçimde ele alabilmeyi önermiştik. Değişen, gelişen, yükselen bir Susurluk niye olmasındı ki? Çalışkan, kendi kişiliği ve saygınlığı ile hep birlikte geleceğini inşa eden bir Susurluk görmeyi kim istemezdi?

 

Ancak, öncelikle Susurluğun neye ihtiyacı olduğunu, ne yapması gerektiğini, kimden ne talep etmesi lazım geldiğini, zamanını, mekânını ve tonunu belirlemesi gerekiyordu. İlk adımın sağlıklı bir durum analizi yapmak olduğunu, "Görmem, duymam, konuşmam" duyarsızlığının zamanı olmadığını, nerede durduğumuzu, karşı karşıya olduğumuz tehdit ve fırsatları, zayıf ve güçlü yönlerimizi tespit etmeden sağa sola yalpa yapmanın bir yararı olmayacağını yazdık. Mülki idare, Belediye, İşadamı ve esnaf temsilcileri ile siyasi partiler, muhtarlar ve sivil toplum kuruluşlarının el ele vermesi gerektiğini dile getirdik.

 

Ancak, bu yürüyüşte suni ayrılıklara, laf üretmeye, sadece eleştiriye ve sen ben kavgasına yer yoktu ve olmamalıydı. En başta bu hareketin önderlerine böyle bir vazife düşüyordu. Tavsiyem şu olmuştu: “Bırakın birileri alıştığı minval vıdı vıdı etmeye devam etsin, siz ‘besmele’ ile yola çıkmaya, ayrıştırmaya değil birleştirmeye gayret edin. Birileri aranızı ayırmak istese de siz aksine toparlayıcı olun, istikametinizi ve saflarınızı bozmayın.” Hatırlarsanız o yazım şöyle bitiyordu: “Biliniz ki hiç bir ‘alacakaranlık’ kalıcı değildir. Bakın! Bir şeyler yapmaya niyet edenler için şafak sökmekte bile.  Oyalanma, “Haydi Susurluk! Kalk ayağa ve yürümeye başla!”

 

Bir sonraki ‘Yol çatırığı’ başlıklı yazımda; hepimizin günümüzü yaşayarak, ama bilmediğimiz yarınlarımıza yol almak için uğraştığımızı söylemiştik. Kuşkusuz bazen karşımıza yeni yeni yol çatırıkları çıkıyordu. O zaman da durumumuzu, karşımızdaki seçenekleri ve olabilecek riskleri gözden geçirmek zorunda kalıyorduk. Bu değerlendirme aynı zamanda geçmişimizi muhasebe etmek, seçimlerimizi daha doğru yapmak için de bir fırsattı.  Evet, Susurluğun bugün bir yol ayrımında olduğu açıktı. Bir yol çatırığına gelmiş, ne yöne gideceğini düşünüyordu.

 

Elbet geçmişte pek çok hata yapılmış olabilirdi. Geleceği görememiş, elindekileri koruyup geliştirememiş ve zaman kaybetmiş olabilirdi. Elbet bunlar bir bir değerlendirilmeliydi. Ancak, suçlu bulmanın, kabahati birilerine yüklemenin hiçbir yararı da yoktu. Aksine, yapılan yanlışların tekrar edilmemesi, nelerin doğru olmadığının anlaşılması için de onları bilmek gerekiyordu. Bilirsek, en uygununu bulmamız kolaylaşabilirdi.


Fakat, şayet 2023 hedeflerinin konuşulduğu bir ortamda biz de Susurluğun gidişatını değiştirmek istiyorsak öncelikle durup ta kendimize “Neredeyiz?” sorusunu yöneltmemiz gerekiyordu.

 

Burada önerilen çıkış yolu da zaten ülkemizde halen yürürlükte olan ‘5018 Sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu’ gereği ve ‘Stratejik Yönetim’ icabıydı. Bu çerçevede; mevcut durum, misyon ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon oluşturulmalı, bu vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak hedef ve stratejiler belirlenmeli, ölçülebilir kriterler geliştirerek performans izlenmeli ve değerlendirilmeliydi.  Bu da katılımcı ve esnek bir yönetim yaklaşımına ihtiyaç gösteriyordu.

 

İşte bu yaklaşıma kısaca ‘Stratejik yönetim’ deniliyordu. Bu tarz bir yönetim yaklaşımı, her şeyden önce; “Neredeyiz?, Nereye ulaşmak istiyoruz?, Ulaşmak istediğimiz noktaya nasıl gideriz? Ve Başarımızı nasıl değerlendiririz?” şeklinde ifade edilebilecek dört temel soruya cevap arayarak başlıyor, bir stratejik plân ortaya konulmasıyla da olgunlaşıyordu.

 

‘Stratejik Plân’ başlıklı yazımız ile işte o önerdiğimiz planlama seçeneğinin ne olup ne olmadığını açıklamıştık. Çünkü; bir değişim plânının olması, gerçekleştirilmesi için asla yeterli değildi. Plânın sahiplenilmesi ve harekete geçilmesi şarttı. Zira; asıl olan plân dokümanı, pırıltılı şablon ve yazılı belgeler değil, yönetim sürecinin bizzat kendisiydi.  Elbette bu tarz bir yönetim çalışmasına da en geniş katılım sağlanmalı, bu kapsamda değişik taraf ve seviyelerden insanlar sürece dahil edilmeliydi. Böylece ortak akıl bir bütün olarak kendisini tanıma, çıkış yolunu ve başarıyı paylaşma fırsatı bulacaktı. Bu sürecin bir yan ürünü olarak yaşanan birlikte olma hali, güçlü iletişim ve motivasyon ilerde yaşanabilecek birçok olumsuzluğa da geçit vermeyecekti.

 

Şayet Susurluk geleceğini öngörmek, karşı karşıya kaldığı sorunları orta vadede aşmak istiyorsa alıştığı minval kısa vadeli çözümlerden uzak durmalıydı. Aksine Susurluğun orta ve uzun vadeyi öngören bir ‘stratejik planı’ olması en doğru seçenek gibi görünüyordu. Burada önerdiğimiz şey elbette ki mevcut sorunlarla uğraşmayı, projeleri sonuçlandırmayı ve günlük hizmetlerin verilmesini durdurmayacaktı. Belediye görevi olan hizmetleri sürdürecek, siyasi partiler vaadlerini yerine getirecek ve Mülki idare de vazifesini yürütecekti. Ticaret ve sanayi odası, esnaf kuruluşları, mahalli basın, sosyal medya ve sivil toplum örgütleri varoluşlarının gereğini yapacaklardı. Farklı olan şey hep birlikte stratejik plân çalışmalarına sahip çıkmak, katılmak ve destek vermekti. Özetle bunları yazmıştık o haftaki yazımızda.

 

Nihayetinde politik bir amacım yoktu. Aksine Susurluğun geleceği için bir konsensüs arıyordum. Amacım yolumuzu tanımak, aydınlatmak ve Susurluğu buna hazırlamaktı. Ayrıca bu çalışma zaten önerimiz olan stratejik planın kendisi olmayacaktı. Çünkü onu bizzat Susurluk yapmalı, biz sadece yolu göstermeliydik. Anlamayı, benimsemeyi, inanmayı, destek ve katkı vermeyi kolaylaştırmalıydık. Elbette kişisel olarak Susurluk'ta birlikte yürünebilecek bir zemin var mı yok mu diye çok merak ediyordum. Fark şu ki: olmasa da yazacaklarımı bitirmeden inşallah vazgeçmeyecektim. Hamdolsun öyle de oldu.

 

Önerimiz ve odaklandığımız konu Susurluğun geleceğine yönelik makro bir bölgesel / stratejik plan yapılmasıydı. Algı radarlarımızı daha geniş bir çapa ayarlamalıydık. Bu arada yetişmiş pek çok Susurluk değerinin bu tür bir makro plan çalışmasına katkısı olabilirdi.

 

Millet olarak hep süreç başlatmakta iyi olduğumuz, ancak sonunu aynı heyecanla getiremediğimiz düşünülür.  Sonuç için yeterince gayret sarf edilmediğinden, iyi niyetle çalışanların engellendiğinden, yöneticilerin bu tür çabaları samimi ve içten sahiplenmediklerinden şikâyet edilir. Bu 'zaaf' tabi ki Susurluk için de geçerli. O nedenle konu Susurluğun bir 'zayıf' yönü olarak elbette masaya yatırılmalı. Yol yürüyenler çakırdikenlerini bilir. Acısını tanırlar. Sinsiliğini, batınca fark edildiğini yaşamışlardır.

 

Önemsemediğiniz, hiç dikkate almadığınız bir şeydir. Adeta nohut büyüklüğünde küçük bir deniz mayını sarı sivri dikenlerle donanmıştır. Toprağa hangi yanıyla düşerse düşsün ayağınıza batacak şekilde dururlar. Rüzgârla yola gelişigüzel saçılmışlar ve kuru otlar arasında kendisini kamuflajlamışlardır. Kendinizi daha büyük engellere hazırlamışken o küçücük şey ayağınıza batınca doğrusu canınız epey acır.

 

İnsan dili de çakırdikenine benzer biliyor musunuz? Bir Ezop masalında dile getirildiği gibi o; hem dünyanın en tatlı şeyi, hem de en acı olanıdır. Yumuşacık, küçücük bir şeyin bu kadar hain, bu kadar şeytani, bu kadar akrep olabileceğini ancak batınca anlar insan. O ısırana, zehrini boşaltana kadar anlayamazsınız düşmanlığını. Sahibi önce sizi duymaz görmez. Siz adım attıkça yanınıza yanaşır. Sizden görünür, kulağınıza fısıldar, yolunuzdan saptırmaya çalışır. Baştan yokmuşsunuz gibi davranan o tipler size yol yordam öğretmeye çalışmaktadır. Kulak vermezseniz ufaktan etrafınızı zehirlemeye başlamışlardır bile.

 

Sureti haktan görünerek kafalarda soru işaretlerini çoğaltmaya koyulmuşlardır. Siz durmayıp yürüdükçe muhalefetleri sinelerinde gizlenir ve büyür. Yola serptikleri çakırdikenleri her adımda canınızı yakar.

Bu vesvese ve kibir baronları ise hep uzaktan seyrederler olan biteni. Yetinmezler, bir de etrafa “Ben demiştim” edasıyla hareket çekerler. Olumsuzluklara bizzat neden olanların düzeltmek için hiç çaba harcamaması insanın zoruna gider. Ya da sanki her konuya vakıfmış da onlar devlet sırrıymış gibi tavırlara girip, bilgi ve katkı vermemeleri insanı çileden çıkarır. Ortada duran sorunların birinci elden ilgilisi ve sorumlusu oldukları halde çözüm çabalarına uzak durmaları başkalarını da engeller.

 

Birde guguk kuşu gibi olanlar vardır ki doğrusu insana pes dedirtir. Bu guguk kuşları karakteri gibi kendileri de tipsiz ve çirkindirler. Yuva yapmazlar, hiç bir iş yapmadan ortalıkta gezinip yumurtlayan başka bir kuş gözetlerler. Gözlerine kestirdikleri kuş ayrılınca onun yuvasına bir yumurta bırakırlar. Diğer yumurtalardan bir gün önce çıkan guguk kuşu yavrusu diğerlerini aşağıya atar ve yuva sahibi kuşun sadece kendini beslemesini sağlar. Bu üçkâğıtçı kuşa benzeyen bazı insanlar da laf kalabalığından başka hiç bir iş yapmayıp, ya birilerinin fikirlerini çalıp kendisininmiş gibi pazarlar yada birilerinin kuyruğuna takılıp makam mevki sahibi olmaya çalışırlar.

 

Bu tür guguk kuşu şahsiyetleri, iş yapma kabiliyetsizlikleri nedeniyle her işi başkalarına yaptırarak ayakta kalmayı sürdürürler.  Bütün gücün kendilerinde olduğuna, diğer insanların besleyici kuş gibi sadece kendilerine hizmet etmeye memur olduğuna inanmışlardır. Onlar büyük adam oldum edasındadır ancak memlekette sadece oturdukları koltuk kadar yer kapladıklarının farkında değildirler. Bu gibi insanlar da düz yolda gayretle yürüyenlerin ayağına batan çakırdikenlerine benzer. Diğerleri ayakları kan revan içinde bunlara bakıp son anda bizi de atar diye endişe ve güvensizlik içindedir. Yapılan çalışmaların sahiplenilmesinden hiçbir zaman emin olamazlar.

 

Ancak, herşeye rağmen Susurluk yararına ve geleceği için çaba göstermek gerekiyor. Elbette bu iş için başarabileceğine inanan bir ekip çok önemli. Öte yandan zaten büyük işler hiç de kolay değildir. İnsanların bazıları genelde okumadıkları, üstüne üstlük kahvehane alışkanlığı her konuda uluorta konuşabildikleri halde, ortaya bir çözüm yolu koymak ve birlikte emek vermek gerektiğinde ortadan kayboluverirler. Neden? Çünkü yazmak konuşmaktan zordur, birlikte olup bir iş yapmaksa çok daha farklıdır.

 

Her şeye rağmen böyle bir sürece dahil olacakların olumsuzluklara kafayı takmaktan kurtulmaları gerekiyor. Şikayetlenmeden ve boşa böbürlenmeden yol almalı. Zira yol adım atarak yürünür, çakırdikenlerine takılmamak lazım. Çözüme inanmak, katılmaya ve katkı vermeye odaklanmak yoldaki acıları azaltabilir. Daha büyük sulara varmadan küçük sularda boğulmamalı insan.

 

Çağrımız Susurluğun önderleri ve okuryazar gençlerine. Önerimizin en başta onlar tarafından sahiplenilmesi gerekiyor. Sonraki adım bu süreci Susurluğa da mal edip benimsetebilmek olur. Duymayan kulaklara, okumayan gözlere, umutsuz gönüllere ulaştırabilmek. İnanın ki bu inanmış üç kişiyle de olur on kişiyle de.

Çümkü niyet halisse, inşallah akıbet de hayır olacaktır.

 

Unutmayınız, hayat devam ediyor. Peygamberimizin Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde geçen çok meşhur bir hadisi var: "Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz." İşte biz de bu hikayede işte o fidanı ekmeye, “Susurluk için ne yapılabilir?” sorusu üzerinde çalışarak önerimizi şekillendirmeye çalıştık.

(Devam edecek)