29 Ağustos 2020 Cumartesi

30 Ağustos 2020 Pazar 23:00 CORONA GÜNLERİ.................................Büyük taarruz

30 Ağustosa doğru  Büyük Taarruz 5 Ağustos 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya Başkomutanlık yetkisi verilmesi ile başlamış, bir yıl sonra 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da Başkomutanlık Meydan Savaşı'nda Yunan ordusunun yenilmesiyle birlikte 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılması ile sonuçlanmıştı.     Bu zafer Türk milletinin küllerinden doğduğu, milli birlik ve beraberlik ruhunun ne demek olduğunun tüm dünyaya gösterildiği unutulmaz bir şahlanıştır. Bu 30 Ağustos ruhu milletimizde hep vardı, bu gün de var, yarınlarımızda da olacak. Unutulmadı, hiçbir zaman da unutulmayacak.
30 Ağustosa doğru

Büyük Taarruz 5 Ağustos 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya Başkomutanlık yetkisi verilmesi ile başlamış, bir yıl sonra 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da Başkomutanlık Meydan Savaşı'nda Yunan ordusunun yenilmesiyle birlikte 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılması ile sonuçlanmıştı.

 

Bu zafer Türk milletinin küllerinden doğduğu, milli birlik ve beraberlik ruhunun ne demek olduğunun tüm dünyaya gösterildiği unutulmaz bir şahlanıştır. Bu 30 Ağustos ruhu milletimizde hep vardı, bu gün de var, yarınlarımızda da olacak. Bu büyük zafer hiç unutulmadı, hiçbir zaman da unutulmayacak.


Büyük Taarruza giden süreci bir yıl öncesinden tekrar hatırlayacak olursak:

5 Ağustos 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya BMM'si tarafından-geniş yetkilere dayalı üç aylık süre ile  Başkomutanlık yetkisi verildi. 
23 Ağustos 1921'de 22 gün ve 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı başladı. Yunan ordusunun taarruza geçmesi ile birlikte, Başkomutan Mustafa Kemal ordularına o tarihi emri verdi: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunmaz." Sonuç zaferdi.

19 Eylül 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya 'gazi' unvanı ve 'mareşal' rütbesi verildi ve Türk ordusu, savunma durumundan taarruz durumuna geçmiş oldu. Artık büyük bir taarruzla düşmanı yok etmek için hazırlıklar başlamıştı. İstanbul'daki depolardan gizlice cephane getiriliyor, yeni silahlar satın alınıyordu.


20 Ekim 1921'de Fransa Ankara Hükümeti'ni tanıdı ve Ankara Antlaşması imzalandı.


5 Ocak 1922'de Fransızların çekilmesiyle Türk Ordusu Adana'ya girdi.


26 Ağustos 1922'de Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz'u, Kocatepe'den saat 05.30'da topçu ateşiyle başlattı.  Taarruz için yapılan hazırlıklar 1 yılın sonunda ancak tamamlanabilmişti. Topçu ateşi ardından piyadeler hücuma geçti ve taarruz planlanan şekilde sürdü. Beklemediği bir saldırı ile karşılaşan düşman, bozguna uğrayarak ikiye ayrıldı.  İngilizlerin "Üç ayda aşılamaz!" dediği istihkâmlar, üç saatte aşılmıştı.


27 Ağustos 1922'de Sabah gün ağarırken Türk ordusu tüm cephelerde tekrardan taarruza geçti. Saat 18:00 olduğunda Afyon kurtarılmıştı. Böylelikle Başkomutanlık karargahı ve Batı Cephesi komutanlığı Afyon'a taşındı.


28 ve 29 Ağustos 1922'de Başarılı geçen taarruz harekatları sonucu 29 Ağustos gecesi düşmanın çekilme yollarının kapatılarak onları teslim olmaya zorlama ve muharebenin sonlandırılması kararı alındı. 


30 Ağustos 1922'de  Düşman planlandığı şekilde çember içine alındı. Dumlupınar'da ise Yunan Ordusuna son darbe vurularak, muharebede kesin zafer kazanıldı. Böylece bu zafer, Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak adlandırıldı.


30/31 Ağustos 1922'de Kütahya kurtuldu. Belediyeye Türk Bayrağı çekildi.


1 Eylül 1922'de Zaferden sonra, kaçabilen Yunan birliklerinin takip edilmesi için Mustafa Kemal tarihi bir emir daha verdi: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir! İleri!"


2 Eylül 1922'de Yunan askeri birlikleri komutanı General Trikopis ile Digenis esir alındı.


9 Eylül 1922 Sabah saatlerinde Türk birlikleri kilometrelerce yol kat ederek İzmir'e girdi ve İzmir düşmandan temizlendi. Kadife Kale'ye Türk Bayrağı çekildi.

 

30 Ağustos tarihe gömülmek istenen bir milletin, adeta küllerinden yeniden doğuşunun, özgürlüğünün ve bağımsızlığının sembolü büyük bir zaferdir. Bu yüzden 30 Ağustos, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde, düşman işgalinden kurtuluş günü olarak her yıl resmi bayram olarak kutlanıyor.  Büyük Taarruz' un 98. Yıl dönümü vesilesiyle, Başkumandan Mustafa Kemal Atatürk ve kahraman Türk ordusunu saygı ve minnetle anıyoruz.  ---------- Bu yazının tümünü https://yzyorum.blogspot.com/2020/08/30-agustos-2020-pazar-2300-corona_29.html den okuyabilirsiniz.  Okuduğunuz ve değerli yorumlarınız için teşekkür ederim
30 Ağustos büyük zafer

30 Ağustos tarihe gömülmek istenen bir milletin, adeta küllerinden yeniden doğuşunun, özgürlüğünün ve bağımsızlığının sembolü büyük bir zaferdir. 


Bu yüzden 30 Ağustos, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde, düşman işgalinden kurtuluş günü olarak her yıl resmi bayram olarak kutlanıyor.

 

Büyük Taarruz' un 98. Yıl dönümü vesilesiyle, Başkumandan Mustafa Kemal Atatürk ve kahraman Türk ordusunu saygı ve minnetle anıyoruz.


Zafer Bayramı, ilk olarak 1924 yılında Dumlupınar'da Atatürk'ün katılımıyla Başkumandan Zaferi olarak kutlanmış. Dumlupınar'ın Çal Köyü'nde gerçekleşen ilk törende Mustafa Kemal, milli ruhun canlı tutulmasının önemini vurgulamış ve ''Meçhul Asker Abidesi''nin temelini eşi Latife Hanım ile beraber atmışlar. Atatürk, burada yaptığı konuşmada milli mücadelenin bağımsızlık, milli egemenlik ve milli ekonomi amacıyla yapıldığını da açıklıyor. 


1 Nisan 1926'da kabul edilen Zafer Bayramı Kanunu ile de 30 Ağustos Başkumandan Muharebesi gününün Cumhuriyet ordu ve donanmasının Zafer Bayramı olduğu, her yıl dönümünde ordu tarafından kutlanacağı belirtilmiş. 


Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkumandanlık Meydan Muharebesi olarak da bilinen Büyük Taarruz, Sakarya Savaşı'ndan sonra Türk ordusunun işgalci güçlere kesin darbeyi vurmak için hazırlıkları 1 yıl kadar süren harekât sonrasında kazanılan büyük bir zaferdi.

 

Büyük Taarruz 26 Ağustos 1922'de başladı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, muharebeyi yönetmek üzere Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ile Afyon Kocatepe'ye geçti. Aslıhan civarında kuşatılan düşman birlikleri Dumlupınar Meydan Muharebesi'nde imha edildi. 

 

Zafer sadece vatanın düşman işgalinden tamamen kurtulmasını sağlamakla kalmamış 1920'de Meclis'in açılmasıyla fiilen kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilelebet payidar kalacağını da ispat etmiştir. 

26 Ağustos 2020 Çarşamba

28 Ağustos 2020 Cuma 23:00 CORONA GÜNLERİ...............................Zaferler ayı

26 Ağustos Çarşamba; coronavirüs musibeti tehdidi altında yaşadığımız 170.nci gün. Haberler pek iyi değil, bu yüzden hükümetin kınagecesi, sünnet, nişan ve düğünlerle ilgili kısıtlama kararını yadırgamadık. Olması gerekiyordu. Nişanlanma arefesinde olan, evlenecek olan genç kardeşlerime üzülmüyor değilim, hayal kırıklıklarını anlıyorum. Ama onlar da anlamalı ki bu tedbir onlar içindir. Hadi kendilerini korudular diyelim, akrabalarının, arkadaşlarının vebalini elbette ömür boyu taşıyamazlardı. Bu günler de geçecek elbette sevgili gençler, hayatınızda daha çok böyle güzel anlarınız olacak. Şimdi sabır, yani direnme, ayakta kalma zamanı.     26 Ağustos aynı zamanda hem Malazgirt zaferinin, hem de Büyük Taarruzun yapıldığı gün. Yani ilki bu milletin kendisine Anadolu kapılarını açışının 949.ncu yılı. Diğeri de Başkomutan M.Kemalin "Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdiği 26 Ağustos 1922'deydi. Onun da üzerinden neredeyse bir asır, yani 98 yıl geçti. Neredeyse bin yıl önce Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen Malazgirt Muharebesi Anadolu'nun kapılarının kesin olarak açılmasını sağladı. 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar - Kocatepe'de başlayan ve 9 Eylülde sonuçlanan Büyük Taarruz ile de muzaffer ordumuz Akdeniz'e kadar işgalcileri süpürüp İzmir'den denize dökmüştü.
Malazgirtten Akdeniz'e 

26 Ağustos Çarşamba; coronavirüs musibeti tehdidi altında yaşadığımız 170.nci gün. Salgın yayılımı ile ilgili haberler pek iyi değil, bu yüzden hükümetin kına gecesi, sünnet, nişan ve düğünlerle ilgili kısıtlama kararını hiç kimse yadırgamadı. Olması gerekiyordu. 


Nişanlanma arefesinde olan, evlenecek olan genç kardeşlerime üzülmüyor değilim. Evlatları için mürüvvet görmek, çocukları için sünnet merasimi yapmak isteyen ailelere de hak veriyorum. Onların hayal kırıklıklarını hissetmemek mümkün değil. Ama onlar da anlamalı ki bu tedbir onlar içindir. 


Hadi kendilerini korudular diyelim, akrabalarının, arkadaşlarının, dostlarının vebalini elbette ömür boyu taşıyamazlardı. Bu günler de geçecek elbette, hayatımızda daha çok böyle güzel anlarımız olacak. Şimdi sabır, yani direnme, ayakta kalma zamanı. 


Böyle zor zamanlar yaşayan sadece biz değiliz. Mesela bugün vatan olarak bildiğimiz, üzerinde gururla dolaştığımız Anadolu için de böyle çok bedeller ödenmişti geçmişte. Ama işte bütün acılara, saldırılara, fitne ve fesata rağmen buradayız ve ayaktayız. Yine de öyle olacağız inşallah.

 

26 Ağustos aynı zamanda hem Malazgirt zaferinin, hem de Büyük Taarruzun yapıldığı gün. Yani ilki bu milletin kendisine Anadolu kapılarını açışının 949.ncu yılı. Diğeri de Başkomutan M.Kemalin "Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdiği 26 Ağustos 1922'deydi. Onun da üzerinden neredeyse bir asır, yani 98 yıl geçti. 


Neredeyse bin yıl önce Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ile Bizans İmparatoru IV. Romen Diyojen arasında gerçekleşen Malazgirt Muharebesi Anadolu'nun kapılarının kesin olarak açılmasını sağladı. 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar - Kocatepe'de başlayan ve 9 Eylülde sonuçlanan Büyük Taarruz ile de muzaffer ordumuz Akdeniz'e kadar işgalcileri süpürüp İzmir'den denize dökmüştü.

 

Yine kaşınıyorlar. Birileri geçmişlerini unutmuşa benziyor. Başkalarının ittirmesiyle zafer kazanılmayacağını öğrenememişler. Ya tarihten ders çıkaramıyorlar, ya da iradeleri başkalarının elinde. Bu topraklar nice Haçlı sürülerine mezar oldu. Maraş, Antep bir avuç vatanseverle Fransızları söküp attı topraklarından. Erzurum gelen düşmana karşı duvar oldu,  tabya oldu Nene hatunlarıyla. Çanakkelede yedi düvel denizin dibini boylamamış mıydı? Öldü sandıkları millet küllerinden yeniden doğup onları Akdenize kadar kovalamamış mıydı?    Kıbrısı türlü katakulle ile elimizden alanlar hala doymamış görünüyor. Akdenizdeki fırıldaklar yine onların üfürdüğü rüzgarla dönüyor. Ama yine yapamayacaklar, haklarımıza sahip çıkamızı engelleyemeyecekler. Yavru vatan gibi Mavi vatan da yalnız değil. Atı alan üsküdarı geçti, Türkiye artık o bildikleri ülke değil. Bir kere daha bütün işbirlikçileri ile Akdenizin mavi sularında kaybolup gidecekler. Bu al bayrak orada şerefle dalgalanacak, yeni müjdeler taşıyacak hep milletine. Birileri de selam duracaklar önünde.
Ağustos Zaferler ayı

Yine kaşınıyorlar. Birileri geçmişlerini unutmuşa benziyor. Başkalarının ittirmesiyle zafer kazanılmayacağını öğrenememişler. Ya tarihten ders çıkaramıyorlar, ya da iradeleri başkalarının elinde. 


Bu topraklar nice Haçlı sürülerine mezar oldu. Maraş, Antep bir avuç vatanseverle Fransızları söküp attı bağrından. Erzurum gelen düşmana karşı duvar oldu,  tabya oldu. Nene hatunlarıyla geçit vermedi. Çanakkalede İngiltere, Fransa ve daha bilmem ne bela yedi düvel denizin dibini boylamamış mıydı? Öldü sandıkları millet küllerinden yeniden doğup "Ya İstiklal, ya ölüm!" diyerek birilerini Akdenize kadar kovalamamış mıydı?


Kıbrısı türlü katakulle ile elimizden alanlar hala doymamış görünüyor. Daha dün gibi Kıbrıs'ta 8 Ağustosta başlatılan II.Harekatla yedikleri tokadı ne çabuk unuttular.  Bakıyorum da bazı fırıldaklar yine birilerinin üfürdüğü rüzgarla dönüyor. Ama yapamayacaklar, haklarımıza sahip çıkmamızı engelleyemeyecekler. Yavru vatan gibi Mavi vatan da yalnız değil. Atı alan üsküdarı geçti, Türkiye artık o bildikleri ülke değil. Bir kere daha bütün işbirlikçileri ile Akdenizin mavi sularında kaybolup gidecekler. Bu al bayrak orada şerefle dalgalanacak, yeni müjdeler taşıyacak hep milletine. Birileri de selam duracaklar önünde.


Unutanlara hatırlatalım. Ağustos ayı bizde zaferler ayı olarak bilinir. Malazgirt Meydan Muharebesi 26 Ağustos 1071'de, Otlukbeli Muharebesi, 11 Ağustos 1473'te, Çaldıran Meydan Muharebesi 23 Ağustos 1514'te, Mercidabık Zaferi 24 Ağustos 1516'da, Belgrad’ın Fethi 29 Ağustos 1521'de, Mohaç Zaferi 29 Ağustos 1526'da, Kıbrıs’ın Fethi 1 Ağustos 1571'de, Sakarya Meydan Savaşı 23 Ağustos 1921'de ve Büyük Taarruz da 26 Ağustos 1922'de başlamıştı.


Tarihten aldığımız en büyük ders; bir sefere çıkarken mutlaka içerde birliği sağlamak gerektiğidir. Bu hemen hemen tümü Türk kökenli beyliklerle dolu Anadolu coğrafyasında bile son derece hayati bir öneme sahipti. Hatta bu yüzden sefer sırasında bile bir ihanet görmeden savaşın akibeti belli olmazdı.      Buna açık bir örnek iki Türk Hakanı Timur ve Yıldırım Bayazıt'ın Ankara meydan savaşıdır. Bu savaş içerde birliği tam sağlanamaması ve son anda saf değiştiren beyler sebebiyle kaybedilmiştir. Yıldırım Bayazıt'ın esir düşmesi ve sonra da vefatı Anadoluda tam 11 yıl süren bir fetret devrine yol açmıştı. 1413 yılında yeniden birliği sağlayan Sultan Mehmet Çelebi bu yüzden Osmanlı devletinin ikinci kurucusu sayılıyor.
Fitne fesat kazanları

Tarihten aldığımız en büyük derslerden biri; sefere çıkarken mutlaka içeride birliği sağlamak gerektiğidir. Bu hemen hemen tümü Türk kökenli beyliklerle dolu Anadolu coğrafyasında bile son derece hayati bir öneme sahipti. Hatta bu yüzden sefer sırasında içeriden bir ihanet görmeden savaşın akibeti belli olmazdı. 

 

Buna açık bir örnek iki Türk Hakanı Timur ve Yıldırım Bayazıt'ın Ankara meydan savaşıdır. Bu savaş içeride birliğin tam sağlanamaması ve son anda saf değiştiren beyler sebebiyle kaybedilmiştir. Yıldırım Bayazıt'ın esir düşmesi ve sonra da vefatı Anadoluda tam 11 yıl süren bir fetret devrine yol açmıştı. 1413 yılında yeniden birliği sağlayan Sultan Mehmet Çelebi bu yüzden Osmanlı devletinin ikinci kurucusu sayılıyor.

Şimdilerde bize bu kadim dersi hatırlatan fitne fesat kazanları harlatıldığını görüyor, duyuyoruz. Ağustos ayı zaferleri arasında geçen Otlukbeli savaşının yine iki türk soyu arasında geçmiş olmasını diline dolayan birileri inanılmaz hezeyanlar savuruyorlar. Neymiş; "Otlukbeli savaşında ölenler Oğuz Türklerinden olan Akkoyunlular, onları öldüren de Türk düşmanı Fatih" imiş.  Hainin, ihanetin soyu sopu mu olur? Bu milletin tarihinde devletinin hep kendi içinden yıkılmış olduğu bir gerçek. Dışarıdan sonuç alamayan düşman hep içeriden vurdu. Çünkü elde ettiği hainler vasıtasıyla kaleyi içten yıkmak daha kolaydı. Bu yüzden kazanılan zaferlere bakıldığında da önce hainlerin ve ihanetin cezasının kesildiği görülür.  

 

Bir fitne fesat üfleyicisi vatandaş "Osmanlı benim atam değil" demiş, hızını alamamış kendince muhatap aldığı birilerine de "Osmanlı seviciler" yaftası asmış. Diyor ki: "Burası Türkiye cumhuriyeti, çok seviyorsanız defolup gidin bu ülkeden bize bu toprakları ecdadımız kanlarıyla canlarıyla bıraktı.  Benim atalarım belli ve  Allah atalarımdan razı olsun onların sayesinde bu cennet vatanda özgürce yaşıyoruz." Bu düşünce kin ve nefretin bir insanın ne kadar da gözünü karartabildiğini gösteriyor. O yüzden de kaynattığı kazanda fokurdayıp duruyor. 


Boşuna uğraşıyor aslında. Çünkü, bizim ecdadımız Cumhuriyet sonrası Cumhuriyet öncesi diye ayrılamaz. Hatta sadece Türk soyuyla da sınırlamak diğer etnik kökenli Türkiye vatandaşlarına büyük haksızlık, belki de hakaret olur. Bu coğrafya tarihten süzülüp gelen Selçuklu, Osmanlı varisi, üç kıta bakiyesidir. Türkiye Cumhuriyeti bu anlamda asla soysuz, sopsuz ve köksüz değildir. Onun kökleri elbette Atatürk'e, Elbette Fatih'e, elbette Alparslana ve elbette daha derinlere uzanmaktadır.

 

İnsan doğrusu böyle hadsiz zırvaları görünce irkiliyor. Bu ne şimdi? Zaferler ayında habire deşilecek başka yara, kaşıyacak başka çıban arayanlar hangi elin düdüğünü çalmaktalar acaba? Bu yaptıklarının dış saldırılara karşı her alanda mücadele edilirken herhangi bir faydası var mı? Birliğimize, beraberliğimize bir dinamit de siz mi koymaya çalışıyorsunuz? Bu nasıl fitne fesat, nasıl bir hezeyan hali?


26 Ağustos 2020 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı176...........................Temel görev

“Susurluk için ne yapılabilir?” sorusu üzerinde düşünerek ve yazarak birlikte çıktığımız bir yolculuğu sürdürüyoruz. Amacımız 2023-2028 döneminden başlayarak 'en az beş yıllık orta vadeli, bölgesel mahiyette Stratejik bir alt plân” önerisi yapabilmek. Bu çalışmanın ilk aşaması “Neredeyiz?” sorusuydu. O bölümde Susurluğun Güçlü ve Zayıf yönleriyle, çevreden yönelen Fırsat ve Tehditleri sektörel bazda tek tek analiz ettik. Şu anda da “Nereye varmak istiyoruz?” aşaması ile ilgili olarak çalışıyoruz. Bu bölümde inşallah Susurluğun gelecek Misyonu ve Vizyon öngörüsü ile amaç ve hedeflerimiz ortaya çıkmış olacak. Bu arada yolumuza ışık ve rehber olacak “değer ve ilkeler" üzerinde de durmuş olduk. Çünkü değerlerimiz geçmişten gelen, bugün yaşayan, yarın da var olacak kıymetlerimiz. Bir gelecek Vizyonu için olmazsa olmaz özellikler. Aynı zamanda temel ilkelerin dayandığı kültür de bu zemine dayanıyor. Nitekim geçtiğimiz hafta Stratejik plan kapsamda yürütülecek faaliyetlerde uyulacak 5 ana kuralı, yani 5 temel ilkemizi de bu bağlamda belirledik. Önümüzdeki süreçte adım adım “Mevcut durum, misyon ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon oluşturulması, bu vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak hedef ve stratejiler belirlenmesi, performansın izleme ve değerlendirilmesi için de ölçülebilir kriterler ortaya konulması”na çalışacağız. Bu anlamda Misyon yani temel görev bugünden hareket alırken, Vizyon da yarınımızı gösteriyor olacak.
Temel görev

“Susurluk için ne yapılabilir?” sorusu üzerinde düşünerek ve yazarak birlikte çıktığımız bir yolculuğu sürdürüyoruz. Amacımız 2023-2028 döneminden başlayarak 'en az beş yıllık orta vadeli, bölgesel mahiyette Stratejik bir alt plân” önerisi yapabilmek. Bu çalışmanın ilk aşaması “Neredeyiz?” sorusuydu. O bölümde Susurluğun Güçlü ve Zayıf yönleriyle, çevreden yönelen Fırsat ve Tehditleri sektörel bazda tek tek analiz ettik. Şu anda da “Nereye varmak istiyoruz?” aşaması ile ilgili olarak çalışıyoruz. 

Bu bölümde inşallah Susurluğun gelecek Misyonu ve Vizyon öngörüsü ile amaç ve hedeflerimiz ortaya çıkmış olacak. Bu arada yolumuza ışık ve rehber olacak “değer ve ilkeler" üzerinde de durmuş olduk. Çünkü değerlerimiz geçmişten gelen, bugün yaşayan, yarın da var olacak kıymetlerimiz. Bir gelecek Vizyonu için olmazsa olmaz özellikler. Aynı zamanda temel ilkelerin dayandığı kültür de bu zemine dayanıyor. Nitekim geçtiğimiz hafta Stratejik plan kapsamda yürütülecek faaliyetlerde uyulacak 5 ana kuralı, yani 5 temel ilkemizi de bu bağlamda belirledik. Önümüzdeki süreçte adım adım Mevcut durum, misyon ve temel ilkelerden hareketle geleceğe dair bir vizyon oluşturulması, bu vizyona uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak hedef ve stratejiler belirlenmesi, performansın izleme ve değerlendirilmesi için de ölçülebilir kriterler ortaya konulması”na çalışacağız. Bu anlamda Misyon yani temel görev bugünden hareket alırken, Vizyon da yarınımızı gösteriyor olacak.

“Nereye ulaşmak istiyoruz?” sorusu her şeyden önce bir geleceğe bakış meselesi. Misyon, Temel Değer ve İlkeler, Vizyon, Stratejik Amaçlar ve Hedeflerle şekillenen bir aşama. Stratejik plan sürecinde “Nereye varmak istiyoruz?” sorusunun cevabı; kuruluş, bölge ya da şehrin varoluş nedeninin öz bir biçimde ifade edilmesi anlamına gelen “Misyon” un kaleme alınması ile ilerliyor. Ardından, ulaşılması arzu edilen geleceğin yani ‘Vizyon’un kavramsal, gerçekçi ve öz bir ifade ile tasarlanıp yazılmasına geçiliyor. Bu açıdan Misyon bildirimi stratejik plan dokümanının diğer kısımlarına da temel oluşturuyor. Zira başarıya götürecek yol; değerler ışığında, misyon’un yerine getirilmesi, ilkelere uyulması suretiyle amaç ve hedeflere ulaşılması için yürünecek. Susurluk ta orta vade için öngördüğü arzu edilen gelecek vizyonuna ancak bu şekilde yol alabilir. “MİSYON” kavramı; bulunulan durum, varlık nedeni ve temel görev anlamına geliyor. Ne yapılması gerektiğini, varoluş gerekçesini açıklayan bir ifade. “Misyon” tanımı itibariyle görev, var oluş nedeni, yüklendiği iş anlamına geliyor. Susurluğun kendi geleceği için ne gibi bir misyonu olmalı? Bu noktada Stratejik plan yapan her kuruluş gibi, şehrimizin de yapması gereken vazifeyi net olarak ortaya koymak gerekiyor. Bu sebeple stratejik planlama bağlamında gelecekte yapılması beklenen görevin üstlenilebilmesi için yazılı olması bir zorunluluk. Ama öncelikle şu soruların cevaplandırılması lazım: “NE yapmamız lazım?, Bunları KİM için yapacağız?, Hangi yöntem, yaklaşım ve değerler ile üretecek ve NASIL çalışacağız?, Bunları NEDEN yapıyoruz? Neden varız?” Şimdi birer birer bu soruları cevaplandırmaya çalışalım.

“NE yapmamız lazım?” sorusu böyle bir stratejik bakış açısı için oldukça kritik önemde. Zira ‘Ne yapılacağı’ olması gereken işin adının konulduğu ilk basamak. Ne yapılacağı, nereye varılmak istendiği net değilse “avara kasnak” gibi dönüp durulur ama bir yere varılamaz. Üstelik diğer tüm ayrıntılar da çok parlak ve çekici gelseler bile, gerçekçi olmaz havada kalırlar. Unutmayalım ki bu çalışmamız “Susurluk için ne yapılabilir?”sorusuna verilmiş bir cevaptır. 2023-2028 döneminden başlayarak 'en az beş yıllık orta vadeli, bölgesel mahiyette Stratejik bir alt plân” önerisidir. Bir durum analizi ile başlayarak; Susurluğun sektörel bazda tüm Zayıf yönlerini güçlü, Güçlü yönlerini daha da güçlü hale getirebilmeyi, bu süreçte çevreden yönelen Fırsatları değerlendirebilmeyi ve Tehditlere karşı da korunabilmeyi önceler. Susurluğun kontrollü bir değişim ve dönüşüm yaşayabilmesi için hangi stratejik alanlarda, hangi stratejik adımların atılması gerektiğini planlamayı öngörür. “Nereye ulaşmak istiyoruz?” aşamasından çıkan stratejik amaç ve hedefleri, hayalimizdeki Susurluk vizyonuna yöneltmekle ilgilidir. Bu yürüyüşü değerlerimize dayanarak ve temel ilkelere riayet ederek sürdürmek demektir. 2023 sonrası Ulusal kalkınma planı ve GMKA bölgesel planları ile uyumlu, stratejik bir alt planla hareket etmek anlamına gelir. Kısacası Susurluğun orta vadede gerçekleşecek kaçınılmaz değişim-dönüşümünü; tüm ilgili kurum, kuruluş ve paydaşlarıyla birlikte, stratejik bakış açısı ve katılımcı bir yaklaşımla yönetebilmektir.“NE yapmamız lazım?” sorusu böyle bir stratejik bakış açısı için oldukça kritik önemde. Zira ‘Ne yapılacağı’ olması gereken işin adının konulduğu ilk basamak. Ne yapılacağı, nereye varılmak istendiği net değilse “avara kasnak” gibi dönüp durulur ama bir yere varılamaz. Üstelik diğer tüm ayrıntılar da çok parlak ve çekici gelseler bile, gerçekçi olmaz havada kalırlar. Unutmayalım ki bu çalışmamız “Susurluk için ne yapılabilir?”sorusuna verilmiş bir cevaptır. 2023-2028 döneminden başlayarak 'en az beş yıllık orta vadeli, bölgesel mahiyette Stratejik bir alt plân” önerisidir. Bir durum analizi ile başlayarak; Susurluğun sektörel bazda tüm Zayıf yönlerini güçlü, Güçlü yönlerini daha da güçlü hale getirebilmeyi, bu süreçte çevreden yönelen Fırsatları değerlendirebilmeyi ve Tehditlere karşı da korunabilmeyi önceler. Susurluğun kontrollü bir değişim ve dönüşüm yaşayabilmesi için hangi stratejik alanlarda, hangi stratejik adımların atılması gerektiğini planlamayı öngörür. “Nereye ulaşmak istiyoruz?” aşamasından çıkan stratejik amaç ve hedefleri, hayalimizdeki Susurluk vizyonuna yöneltmekle ilgilidir. Bu yürüyüşü değerlerimize dayanarak ve temel ilkelere riayet ederek sürdürmek demektir. 2023 sonrası Ulusal kalkınma planı ve GMKA bölgesel planları ile uyumlu, stratejik bir alt planla hareket etmek anlamına gelir. Kısacası Susurluğun orta vadede gerçekleşecek kaçınılmaz değişim-dönüşümünü; tüm ilgili kurum, kuruluş ve paydaşlarıyla birlikte, stratejik bakış açısı ve katılımcı bir yaklaşımla yönetebilmektir.  

“Bunları KİM yapacak, KİM için yapacak?” sorusunun cevabı kısa ve açıktır: "Susurluğun bizzat kendisi yapacak; kendisi, gençleri ve gelecekte bayrağı devralacak nesilleri için yapacak." Peki, nasıl olacak bu? Özellikle ortada bu temel görevi yerine getirecek belli bir organizasyon yoksa. 

            Önerimiz şudur: Susurluğun geleceğiyle ilgili bir plan mutlaka Sayın Kaymakam’ın başkanlığında, Kent Konseyinin sahipliğinde, Ticaret Odasının, İlçe hizmet birimleri, Belediye, Siyasi partiler, Sivil Toplum örgütleri ile diğer paydaş gönüllülerin katılım ve katkısı ile yapılmalıdır. Planın yazım, uygulama, değerlendirme ve güncelleme çalışmaları için bir sekretaryası olmalıdır. Bizim bu yoldaki çabalarımız ise harekete geçecek bu mekanizmaya bayrağı devretmekten ibarettir. Biz bir öneri ortaya koyacağız, Susurluğun gelecek vizyonuna giden bir çizgi çekeceğiz. Bayrağı devralacaklar bu çizgiyi temize çekecek ve gerçekleştirecekler.  Bu bağlamda günün sıcak gündemiyle geleceğe ait çalışmaların birbirine karıştırılmaması gerekiyor. Stratejik plan bugünden hareket alır ama asıl geleceğe yönelmiştir. Bu günün gündemiyle, yapılan ve yapılacaklarıyla çok ilgili değildir. Ancak, doğal olarak bunları varsayar ama konusu daha çok üç yılın sonrasına sarkan hizmet, yatırım ve işlerdir.  Zira gelecek bizlerden çok gençlerimiz, çocuklarımız, hatta torunlarımız içindir. 
            Hangi yöntem, yaklaşım ve değerler ile üretecek ve NASIL çalışacağız?” Bizim önerimiz; Susurluğun içinde bulunduğu olumsuz gidişi orta vadede durdurup olumluya çevirmek ve gelecekteki değişim ve dönüşümünü planlayabilmektir. Bunun temel çerçevesi esasen 5018 sayılı yasa ile çizilmiş. Bu nedenle yasadan sorumlu tüm kurum ve kuruluşlar gibi bir bütün olarak Susurluğun geleceği de stratejik planlama yöntemi ve stratejik yönetim yaklaşımı ile ele alınmalıdır. Dayandığımız değerler: “İyilik, vatana sadakat, Misafirperverlik, Yardımseverlik, Yetiştirdiğimiz değerli insanlar, Yöresel ürünlerimiz, El sanatlarımız, Fabrika, marka ve tesislerimiz, Ulaşım ağları üzerindeki konumumuz, Cazip yatırım imkânları ve Bozulmamış doğal çevre”mizdir. Yolculuğumuzun temel ilkeleri ise; “Önce insan, önce Susurluğun geleceği, Önce Vatan, İstikamet üzere olma, Amaç Birliğine riayet, Planlı değişim dönüşüm ve Birlikte başarmak”tır. İşte bu yöntem, yaklaşım ve değerler ile çalışacağız.

“Bunları NEDEN yapıyoruz?” Çünkü durum analizimizde de ortaya çıktığı üzere Susurluk bütün alanlarda bir durgunluk hatta geriye gidiş yaşamakta. Şeker fabrikası ite kaka gidiyor, Yörsan stop etti, mola ve dinlenme tesisleri krizde. Gençler işsizlik nedeniyle memleketlerini terk ediyorlar. Köylüye ve işçiye dayalı ticaret eskisi gibi dönmüyor. Hemen herkesin dillendirdiği şey şu: “Yeni iş sahalarına ihtiyaç var”. Peki, bu yatırımlar hangi alanlarda ve nasıl gelecek? Mevcut üretim kapasitelerimiz genişletilemez mi? Tarım ve hayvancılık ürünlerimize dayalı markalı entegre tesisler çoğaltılamaz mı?  OSB ve Lojistik bölge kurulması ve bu yatırımların Susurluğa katkıları planlanamaz mı? İşte bütün bu soruların cevabı için çalışıyoruz. Bugünden yarına olmayacak, ama geleceğin ansızın gelmiş olacağı günler için hazırlanıyoruz. Böyle bir plan olmasa da olacak olan olacak, buna hiç şüphe yok. Fakat o geleceğin bizim aklımızdaki, hayalimizdeki Susurluk olmayacağı kesin. Biz bu öneriyi yine “Tüh!” dememek için, yine “birbirimizi suçlamamak” için, yine “bir on yıl, yirmi yıl daha kaybetmemek” için yapıyoruz.

“Neden varız?” Çünkü Susurluğun herkesi derleyip toplayarak yönlendireceği ortak bir misyonu, tüm kurum, kuruluş ve paydaşlarıyla bir ve bütün olarak yöneleceği bir vizyonu yok. Kaymakamlığın, Ticaret odasının, Belediyenin ya da misal Milli Eğitim müdürlüğünün Stratejik planları varsa da bu planlar bir bütünlük içinde değil, olamaz. Çünkü 5018 sayılı yasa kapsamında yapılmış olsalar bile tabiatıyla sadece kendi kurum ve kuruluşlarıyla ilgililer. Ancak, “Susurluk için ne yapılabilir?” sorusunun cevabı doğası icabı bütüncül bir bakış açısıyla verilebilir. Ülkemizde hatta yakın çevremizde böyle şehirler bazında, ilçeler ve bölgeler bazında stratejik plan örnekleri de var. Bu işler elbette ki kolay değil. Önce bir bilgi birikimi, sonra ihtiyacın zorladığı bir birliktelik ve liderlik gerekir. Gelecek odaklı, katılımcı ve inançlı bir çalışma lazımdır. En önemlisi salt bir plan yapmaya değil, orta vadede geleceği planlamak, değişim-dönüşüm ve gelişimi yönetmeye de talip olunmalı. İşte hareketimiz Susurluğa bu hakikati gösteriyor.   

Şimdi tekrar soruyorum, Susurluğun 2023-28 Misyonu; “Dış çevreden kaynaklı fırsatlardan yararlanarak, sakınılması gereken tehdit ve risklerden kaçınarak, güçlü yönlerini geliştirerek ve zayıflıklarını güçlendirerek kalkınmasını yönetmek” olabilir mi? Ya da geleceğe yönelik değişim-dönüşüm ve gelişimi için şöyle bir görev daha mı uygun düşer?: “Mevcut durum, değer ve temel ilkelerden hareketle gelecek vizyonuna uygun amaçlar ile bunlara ulaşmayı mümkün kılacak strateji ve hedefler belirleyerek ölçülebilir kriterler çerçevesinde performansını izleme, değerlendirme ve güncelleme”. Belki de “Stratejik plan kapsamında Susurluğun gelecek vizyonu için; içerde etkin iş ve güç birliğini, dışarıdan da gerekli kalkınma ve gelişme desteğini sağlamak” misyonu daha gerçekçi olur. Ne dersiniz?

yyalcin3@gmail.com

24 Ağustos 2020 Pazartesi

25 Ağustos 2020 Salı 23:00 CORONA GÜNLERİ...................................Yaz bitti ama...

Yaz bitti sayılır. Corona gulgulesi nedeniyle ne zaman geldi ne zaman bitti pek anlayamadık ama artık Eylül kapıda. Malum 23 Eylülde dünyanın bizim bulunduğumuz kısmında, yani kuzey yarım kürede gece ve gündüz eşit olacak. Bu olay sonbaharın başladığını gösterir. Okullar da zaten 21 eylülde açılacak. Demek oluyor ki bizim gibi yazlıkçılar/ ya da yaylacılar için artık yavaş yavaş eve dönüş vaktidir. Yıllardır tekrarlanan bu özel dönence bana hep "bu yıl da bitti" algısını çağrıştırıyor. Yazın bitip sonbaharın başlaması, bir tür "yılsonu/yılbaşı" gibi geliyor bize.  Aslında dönence veya gün dönümü denilen olay; yılda iki kez tekrarlanan ve Güneş'in yarımkürelerde en büyük açılarla düştüğü günler. Dönence (tropic) sözcüğü Yunanca dönmek kelimesinden türemiş. Kuzey yarım kürede en uzun günün oluştuğu yaz gün dönümü 21 haziran' da, en uzun gecenin oluştuğu kış gün dönümü ise 21 aralık' ta. Bu tarihlerden sonra bulunulan yarımküreye göre gündüzler/veya geceler kısalmaya başlıyor.
Gün döndü

Yaz bitti sayılır. Corona gulgulesi nedeniyle ne zaman geldi ne zaman bitti pek anlayamadık ama artık Eylül kapıda. Malum 23 Eylülde dünyanın bizim bulunduğumuz kısmında, yani kuzey yarım kürede gece ve gündüz eşit olacak. Bu olay sonbaharın başladığını gösterir. Okullar da zaten 21 eylülde açılacak. 

Demek oluyor ki bizim gibi yazlıkçılar/ ya da yaylacılar için artık yavaş yavaş eve dönüş vaktidir. Yıllardır tekrarlanan bu özel dönence bana hep "bu yıl da bitti" algısını çağrıştırıyor. Yazın bitip sonbaharın başlaması, bir tür "yılsonu/yılbaşı" gibi geliyor bize. Bu yüzden ben bu döngüye "gün döndü" diyorum ısrarla. Çünkü bu yaşanan geri dönüş aynen bir kum saatini ters çevirmek gibi. 

Aslında dönence veya gün dönümü denilen olay; yılda iki kez tekrarlanan ve Güneş'in yarımkürelerde en büyük açılarla düştüğü günler. Dönence (tropic) sözcüğü Yunanca dönmek kelimesinden türemiş. Kuzey yarım kürede en uzun günün oluştuğu yaz gün dönümü 21 haziran' da, en uzun gecenin oluştuğu kış gün dönümü ise 21 aralık' ta. Bu tarihlerden sonra bulunulan yarımküreye göre gündüzler/veya geceler kısalmaya başlıyor.

 

Yaz gündönümünde güneş ışınları Yengeç Dönencesi'ne dik açıyla düşer. 21 Haziran bu bağlamda, Kuzey Yarımküre için Yaz Gündönümü, Güney Yarım kürede ise Kış Gündönümü anlamına geliyor. Güneş’in gökte en tepede olduğu zamanı temsil eden yaz gündönümü, yazın da bir nevi başlangıcı. Bu tarihte Güney yarıkürede en kısa gün, Kuzey yarıkürede ise en kısa gece yaşanıyor. Yaz gündönümün ardından, günler Kış Gündönümü’nün başlayacağı 21 Aralık’a kadar kısalmaya başlıyor, o tarihten sonra da tekrar uzuyor.

 

Bizim bulunduğumuz kuzey yarım kürede 21 Mart gece ve gündüzün eşit olduğu ve ilkbaharın başladığı tarih. 21 Haziranda ise en uzun gündüz, en kısa gece yaşanıyor ve yaz mevsimi başlamış oluyor. 23 Eylülde yine gece ve gündüz eşit ancak bu kez yaz bitip, sonbahar başlıyor. 21 Aralıkta ise en uzun gece, en kısa gündüz gerçekleşiyor. Bu tarih aynı zamanda kış mevsiminin de başlangıcı demek.


Bu günleri "corona"yı dikkate almadan konuşmak, yazmak zor.  24 Ağustos Pazartesi itibariyle Türkiye Korona Günlüğü 1500'e (1.443) dayanmış gözüküyor. Halbuki bir ay önce 24 Temmuzda 937'ye kadar inmişti. Şimdi yeniden 24 Haziran seviyesine (1.492) çıkmış olması elbette endişe verici.      Her ne kadar vaka sayısı/test sayısı oranı %1,5 olsa da, yani test yapılan her 1000 kişiden sadece 15'i pozitif çıkmış diye sevinemeyiz. Son 24 saatte vefat edenlerin 18 kişi olması karşı karşıya olduğumuz sorunun azımsanmasına gerekçe olamaz. Kaldı ki vaka sayıları böyle artarak devam ederse 15 gün sonra bu artışı hem yoğun bakımlarda, hem ölümlerde göreceğiz demektir. Hiç kimse 6 bini aşan can kaybını (6.139) küçümseyemez. Ölüm şaka değildir, yakınlarını kaybeden insanların acısını anlayabilmek ve tehlikeyi ciddiye almak gerekir.
Zor günler ufukta

Bu günleri "corona"yı dikkate almadan konuşmak, yazmak zor.  24 Ağustos Pazartesi itibariyle Türkiye Korona Günlüğü 1500'e (1.443) dayanmış gözüküyor. Halbuki bir ay önce 24 Temmuzda 937'ye kadar inmişti. Şimdi yeniden 24 Haziran seviyesine (1.492) çıkmış olması elbette endişe verici.  


Her ne kadar vaka sayısı/test sayısı oranı %1,5 olsa da, yani test yapılan her 1000 kişiden sadece 15'i pozitif çıkmış diye sevinemeyiz. Son 24 saatte vefat edenlerin 18 kişi olması karşı karşıya olduğumuz sorunun azımsanmasına gerekçe olamaz. Kaldı ki vaka sayıları böyle artarak devam ederse 15 gün sonra bu artışı hem yoğun bakımlarda, hem ölümlerde göreceğiz demektir. Hiç kimse 6 bini aşan can kaybını (6.139) küçümseyemez. Ölüm şaka değildir, yakınlarını kaybeden insanların acısını anlayabilmek ve tehlikeyi ciddiye almak gerekir.

 

Haziran başında Anadoluya memleketlerine, sahillere akan kitleler şimdi yeniden büyük şehirlere dönecekler.  İnsanların tatilleri bitti çalışmaları gerek. Çocuklar okullara gidecekler. Çalışan aileler kreş/bakıcı anne arayışında olacaklar. Dedeler, neneler vazife başına çağrılacak ısrarla. Bir taraftan normale dönmenin o kadar kolay olmadığını anlamış olduk, bir taraftan da önümüzdeki ilkbahara kadar yeniden evlerimize kapanma ihtimali olabileceğini. Çünkü aşı konusunda da bu günden yarına bir müjde almış değiliz.

 

Elbet hayatı tamamen durdurarak yapamayacağımızı da artık biliyoruz. 1 Haziran Yeni normal süreci boyunca hemen her gün Sağlık Bakanımız ve Bilim kurulu üyeleri bizi uyardılar. "Tedbir, tedbir, tedbir" diye ısrarla "maske, mesafe ve hijyen" konusu hep hatırlatıldı. Ama işte tatil dendi, bayram dendi, asker uğurlama, düğün, nişan taziye dendi kurallara uyulmadı. Şu anda bu gevşekliğin cezasını 83 milyon çekecek. En az iki ay geriye gittik. Binlerce insan virüse yakalandı, hasta oldu, hatta öldü.

 

İyi ki işleyen bir sağlık sistemimiz, alt yapımız ve fedakar sağlık çalışanlarımız var. Başta sağlık bakanımız ve bilim kurulu üyeleri olmak üzere sağlık ordumuz ellerinden geleni yapıyorlar. Ne olması lazım yani; sıkıyönetim ilan edilsin, tümden sokağa çıkma yasağı mı konulsun? Söylemesi kolay ama yapılması imkansıza yakın zor. Yapılacak şey; virüs kapmaktan kendimizi korumak, başkalarına da bulaştırmamak, bu kadar basit. Bu yol belki biraz uzun olabilir ama, virüse yaşam alanı açmamak hala en kolay, en etkili yol.


Sabah yürüyüşünü severim. Özellikle de yazlıkta. Ankara'da da yürürüm eve yakın bir parkta. Ama kışın aksıyor, sürekli yapamıyorum maalesef. Yaşlılıktan olmalı, üşüyüp hasta olmaktan korkuyorum. Ilık ve güzel hava oldu mu kaçırmamaya çalışırım. Yine de baharda ve yazın olduğu kadar olmuyor tabi ki. Geçen yıl evimizin yakınında açılan yaşam merkezine devam ettim üç ay. Hem yürüyüş bantları, hem kondisyon salonu hem de havuzu var. Çok sevdim bu imkanı, biraz dikkat da ederek 13 kilo verdim bu sayede. Corona salgını başlayınca devam edemedik tabi, sonra da pandemi nedeniyle kapatıldılar zaten.   Bulunduğumuz sitenin etrafı yaklaşık 4200 adım, yarım saate yakın sürüyor. İki tur yapıyorum ondan sonra da  deniz. Tabi o gün hava güzel, deniz de müsaitse. Sabah 08.30 gibi başlıyorum yürüyüşe. Müzik dinliyorum tur boyunca, genellikle türkü. Bazen nostalji takıntım tutuyor, 70'li, 80'li yılların şarkılarını dinliyorum. Arada bir "yeşilçam şarkıları" da dinlediğim oluyor. Dinlemek bende fon müziği gibidir, düşüncelerimi besler. Geri planda tıngırdar durur şarkılar. Bazılarının nakaratı takılır dilime bir süre, bazılarının sözleri düşündürür beni derin derin. Ama genel yorumum o şarkıların yerinin hala doldurulamadığı yönünde.
Yürürken düşünceler

Sabah yürüyüşünü severim. Özellikle de yazlıkta. Ankara'da da yürürüm eve yakın bir parkta. Ama kışın aksıyor, sürekli yapamıyorum maalesef. Yaşlılıktan olmalı, üşüyüp hasta olmaktan korkuyorum. Ilık ve güzel hava oldu mu kaçırmamaya çalışırım. Yine de baharda ve yazın olduğu kadar olmuyor tabi ki. Geçen yıl evimizin yakınında açılan yaşam merkezine devam ettim üç ay. Hem yürüyüş bantları, hem kondisyon salonu hem de havuzu var. Çok sevdim bu imkanı, biraz dikkat da ederek 13 kilo verdim bu sayede. Corona salgını başlayınca devam edemedik tabi, sonra da pandemi nedeniyle kapatıldılar zaten.

 

Bulunduğumuz sitenin etrafı yaklaşık 4200 adım, yarım saate yakın sürüyor. İki tur yapıyorum ondan sonra da  deniz. Tabi o gün hava güzel, deniz de müsaitse. Sabah 08.30 gibi başlıyorum yürüyüşe. Müzik dinliyorum tur boyunca, genellikle türkü. Bazen nostalji takıntım tutuyor, 70'li, 80'li yılların şarkılarını dinliyorum. Arada bir "yeşilçam şarkıları" da dinlediğim oluyor. Dinlemek bende fon müziği gibidir, düşüncelerimi besler. Geri planda tıngırdar durur şarkılar. Bazılarının nakaratı takılır dilime bir süre, bazılarının sözleri düşündürür beni derin derin. Ama genel yorumum o şarkıların yerinin hala doldurulamadığı yönünde.


Müzik dinlemek eski yoğun çalışma günlerimden eser kaldı bana. O kadar zor işler yaptım, o kadar yoğun çalıştım ki kalabalıklar arasında sadık bir dost gibi oldular hep. Durup dinlenmeye bile vaktim olmazdı. O saatler arasında gizli ve müşfik birer arkadaştılar. Hesapsız, yalansız, yumuşacık. Önceleri radyodan dinlerdim, sonraları bilgisayarımdan, daha sonra da cep telefonumdan. Hala sabah kahvaltısı hazırlarken dinlemeden yapamam. Mümkün olsa kahvaltı sırasında da kulağıma "yurttan sesler" eşlik etsin isterim. Ya da yemekte Emel Sayın dinlemek. Ama artık eşim ve çocuklarımı dikkate almam gerekiyor. Onlar aynı şekil düşünmüyorlar. Dalarsam da "çat" diye kapatıyorlar, alıştım artık.

 

Dedim ya yürüyüş yapmayı da severim, müzik dinlemeyi de. İkisi bir arada olursa tadına doyum olmuyor. Ruhuma verdiği dinginlik kadar düşüncelerimi alabildiğince özgür bıraktığı için de iyi müziğe tutkunum. Yürürken kulağımda türkü, ayaklarım yolda, gözlerim etraftaki çiçekte, kuşta, yeşilliktedir. Sabahın temiz havasını ciğerlere çekmek, ufuktaki maviliklere, bulutlara, dağlara bakmak ne kadar güzeldir bir bilseniz. Ama en güzeli bütün o sahne içinde beynimin ordan oraya, şurdan buraya özgürce salınabilmesidir. Düşüncelerim peş peşe, birinden diğerine sürekli geçişler yaparak ürer durur yürürken.

 

Belli bir sınırı ya da alanı yoktur düşündüklerimin. Bazen bir şarkı sözünden kuşların cıvıltısına, oradan insanlar ve hayatlar üzerine, ardından torunlarımın tatlılığına…Dedim ya ne sınır tanır, ne de belli konulara takılır kalır düşüncelerim. Bugün ne yapacağımdan girer, gençliğimde yaşadığım bir anıdan ram alır, politikada dolaşır, gelecek hülyaları görebilirim. Tuhaf olan bir sürü şey düşünürüm ama pek azı kalır aklımda. Sanki bir sonrakiler hep öncekileri silerler birer silgi gibi. Aslında yürürken aklımdan geçenler mükemmel birer yazı konusu olurlardı eminim. Ama daha zihnimizden geçenleri yazıya döken otomatik bir dijital alet icat edilmedi.

 

Yine de onca resmi geçitten sonra aralarından hatırımda kalan biri ya da ikisini yazıya döktüğüm çok oldu. Hepsi de yazıp bitirdiğimde "Evvet işte bu!" duygusunu tattırdılar bana.  Bu yüzden yürümek suyun üzerine atılan bir taşın üç, dört, hatta daha fazla sektirilmesi gibi bereketlidir inanın.