3 Aralık 2019 Salı

04 Aralık 2019 Çarşamba REİS Gazetesi/sayı138..................................Quo Vadis?

Quo Vadis?

Quo Vadis, dünyada bilinen ve kullanılan Latince bir deyiş. "Nereye gidiyorsun?" anlamına geliyor. Rivayete göre, Hıristiyanlığı yaymakla görevli havarilerden Peter, İmparator Neron'un zulmünden ve muhtemel bir çarmıha gerilme hadisesinden kurtulmak için Roma'dan kaçıyor. Yolda sırtında haç taşıyan Hazreti İsa'ya rastlıyor. Soruyor: "Quo vadis?." Hz. İsa cevap veriyor: "Romam vado iterum crucifig!" yani "Roma'ya tekrar çarmıha gerilmeye.." Havari Peter hatasını anlıyor ve cesaretini toplayıp yeniden Roma’ya dönüyor. Hak yolunda mücadelesi unutulmayan ve sonrasında aziz ilan edilen St. Peter’in hikayesi kısaca böyle.
Ünlü Fransız deneme yazarı Montaigne ‘Hedefi olmayan gemiye, hiçbir rüzgâr yardım etmez” demiş.  “Eğer bir hedefiniz yoksa o hedefe nasıl varabilirsiniz?” diye sormuş Maltalı bir doktor olan yazar Edward de Bono. İngiliz yazar matematikçi Lewis Carroll’un sözleri ise çok daha etkileyici: ”Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız, ne yaptığınızın bir önemi yoktur!” Büyük şampiyon Muhammed Ali de şöyle demiş: “Şampiyonlar salonlardan çıkmaz. Şampiyonlar içlerinde tutku, hayal ve amaç olan insanlardan çıkar.” Demek ki yönümüzü ve yolumuzu belirlemek için zihnimize nereye gitmek istediğimizi, neyi başarmak istediğimizi söyleyebilmeliyiz. Ne istediğimizi gerçekten biliyorsak, aklımız, bilgimiz ve yeteneklerimiz bizi olduğumuz yerden olmak istediğimiz yere götürebilir.                         
Mahalli seçimlerin üzerinden 8 aydan fazla bir zaman geçti. Susurluğumuza yeni bir belediye başkanı seçildi. Hayırlı olsun dedik, kolaylıklar diledik. Gözümüz kendi yolumuzda, gönlümüz ve kulağımız orada oldu. Politik laf kalabalığına itibar etmedik, dostlarımızdan duyduklarımıza baktık, yazılı basını ve sosyal medyayı takip ettik. Susurluk için ne düşünüldüğünü, hedeflerin ne olduğunu anlamak istedik. Ancak ne yazık ki o cenahtan karın gurultusu gibi sesler geliyor, nedense yapılmak istenen şeyler hakkında çok net şeyler anlaşılamıyor. Biz de seçim öncesi vaatlerine bir bakalım, orada ne denmiş, niyet neymiş anlayalım dedik.
Millet ittifakı adayı Nurettin Güney’in seçim öncesi sevgili Ramazan Topraktepe’ye gönderdiği açıklamayı didik didik edip işe yarar bir şeyler olup olmadığını, geçen süre zarfında bu sözlerine uyup uymadığını anlamaya çalıştık. Meselâ Başkan Güney Belediye Meclisi ile ilgili olarak ‘Bir orkestra benzetmesi yapmış. Yaklaşım oldukça şık, demiş ki: “..vurmalı, üflemeli, yaylı ve telli çalgılar bir araya geldiğinde güzel ve kulağa hoş gelen, huzur veren çok sesli bir müzik ortaya çıkıyorsa farklı fikirler ve bakış açıları bir araya geldiğinde de göze ve kulağa hoş gelen, yaşayanlara huzur veren bir şehir ortaya çıkacağına inanıyorum.” Çok güzel bir tasvir, ideal bir hedef. Peki, hayata geçirilebildi mi? Geçen hafta Başkan Yardımcısı ile aralarında ortaya çıkan çatlak bunun böyle olmadığını gösterdi. Muhatabının beyanlarına göre de ihtilaf oldukça derin.
Sayın Başkan yönetim anlayışı konusunda da oldukça demokrat bir çizgi sergilemiş: “..her fikri dinleyen, önemseyen, saygı duyan bir yapım var. Şehrimizi yönetirken de -ben bilirim, ben yaptım oldu- anlayışını değil, soran, araştıran, danışan bir anlayışla çalışacağım.” Bir belediye başkanı ve lider bir siyasi kişilik için bundan daha güzel ne olabilir ki? Fakat gel gör ki, masanın bu yanında işler öyle yürümüyor demek ki. Başkan yardımcısıyla aralarında çıkan ihtilaf ve “Kendini hala asker sanıyor” suçlaması sayın Başkanın yönetim anlayışında bir sorun olduğunu gösteriyor. Sadece bu değil, yukardaki sözlerin hemen devamında verdiği örnek de kendisini yalanladı. Ne diyordu orada: “Örneğin şehrimizde bir cadde veya meydan düzenlemesi yapılacaksa konunun uzmanlarına farklı projeler hazırlatıp referanduma sunacağım. Halkın parasıyla, halkın kullanımı için bir proje yapılacaksa ne yapılacağına veya yapılıp yapılmayacağına halk karar verecek. Güler yüzlü, şeffaf, katılımcı bir yönetim anlayışım var.” Öyle mi oldu?
Misâl; Yeni mahalle Bulvar caddesi düzenlemesi onun sahiplendiği ilk işlerdendi. Ben o düzenleme yapılırken farklı projeler hazırlandığını, referanduma sunulduğunu duymadım. Sorun ‘ben yaptım oldu’ anlayışından mı yoksa Büyükşehirden rol kapma telaşından mı kaynaklanıyordu anlaşılamadı.
Şahsen beni, genel olarak şehrimiz ile ilgili nasıl bir vizyonu olduğu konusunda umutlandırmıştı. Susurluğu Afrika kıtasına benzetmiş, Afrika kıtasının yeraltı zenginlikleri açısından dünyanın en zengin bölgesi olduğundan bahsetmiş, buna karşılık dünyanın en yoksul, en az gelişmiş bölgesi olduğunu çarpıcı bir şekilde dile getirmişti. “Susurluk da gerek coğrafi konumu dolayısıyla gerek verimli topraklarıyla ve en önemlisi üreten, çalışkan, eğitimli insanlarıyla olması gereken yerin çok gerisindedir. Bundan 30-40 yıl önce çevre ilçelere göre daha gelişmiş veya eşit seviyede olan ilçemiz bugün ne yazık ki hak ettiği yerde değildir. Bunun sorumlusu elbette halkımız değil, bugüne kadar uygulanan yanlış politikalardır. Biz bu gidişatı tersine çevirmeye ilçemizi bölgenin parlayan yıldızı yapmaya talibiz.” İlçemizin makûs talihini yenip, ‘bölgenin parlayan yıldızı” yapmak, ne kadar da ışıltılı ve bir o kadar da etkileyici bir vizyon.
Bu sözlerin sarf edildiği günden yaklaşık dokuz ay geçti. Henüz hava parçalı bulutlu görünüyor, bölgede parlayan bir yıldızı henüz seçebilmiş değiliz. Daha işin başında borç batağında bir belediye portresi çizen, geçmiş politikaları suçlayan, eli kolu bağlı mağdur bir başkan izlenimi verdi. Böyle olduğunu biliyor olmalıydı. Bilmemek doğrusu büyük kusur olur, ama bilip de böyle davranmak samimiyeti konusunda soru işaretleri oluşturur. Hangisi doğru? İlçemizin bugün hak ettiği yerde olmadığında haklı iken, bunun sorumlusunun halkımız olmadığında haklı iken, bugüne kadar uygulanan yanlış politikalardan şikayet etmekte haklı iken nasıl oldu da bir anda haksız durumuna düştü? Çünkü ‘gidişatı tersine çevirmeye, ilçeyi bölgenin parlayan yıldızı yapmaya’ niyetli ve azimli birinin bizim gibi şikayetlenmesi değil çözümler bulması bekleniyordu. 
 

Gelişmeler daha ilk karşılaştığı sorunda öncekileri suçlamak ‘birinci zarfı’ açtığını, daha sonra işler istediği gibi gitmeyince de en yakın etrafını suçlayarak ‘ikinci zarfı’ açtığını gösteriyor. Korkarız ki böyle giderse o da ‘üçüncü bir’ zarf bırakarak gidecek. Sayın başkan belki unutulup gider ancak Susurluk bir on yıllar daha kaybetmiş olacak.        

Onu daha cesur, daha inançlı, daha kararlı görmek istiyoruz. Siyasi olarak aynı görüşte olmayabiliriz, ancak Susurluk için yüreğimizin aynı yönde attığını düşünüyorum. “Yalnız ilçemizin değil ülkemizin en önemli sorunu işsizliktir” feryadına da canü gönülden katılıyorum. Bu sorunla mücadele etmenin çözüm yolu elbette ki bir işgücü veri tabanı oluşturmak değildir. O bir araçtır, mühim olan “Susurluk’ta işyeri açmak üzere belediyemize gelen yerli yabancı herkese çalıştıracağı personelin yüzde 80-90’ını bu veri tabanından seçerek çalıştırmasını şart koşacağız. Kısacası Susurluk’tan para kazanan, Susurlukluya para kazandıracak. Ayrıca yaratacağımız yeni istihdam sahaları ile belediye olarak işsizlik derdine derman olacağız” sözünün arkasında olabilmek. “Daha güzel, daha huzurlu, daha temiz, daha mutlu bir Susurluk’ta yaşayacağız” vaadinin içini doldurabilmek. “Susurluk’ta yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu hissettireceğiz” sözünü gerçekleştirebilmek. Unutulmamalı ki ‘Hayal ile hedef arasındaki fark eylemdir.’ Harekete geçmezseniz hiçbir hedefi tutturamazsınız.
Ben sayın başkanın yaşadığı hayal kırıklığını atlatıp, günün gelir geçer anaforlarını da er geç aşıp vaad ettiği vizyon, amaç ve hedeflere doğru harekete geçmesini bekliyorum. Tanıdığım Nurettin zımba gibi, heyecanlı ve inançlı biriydi. O Kızılelma ülküsünü bütün varlığıyla hisseden ve yaşayan bir gençti. Ürküp tırstığını, büyük işlerden korkup, ıvır zıvırla gününü geçiştirdiğine inanamam. Belediye hizmeti nihayet bir çöp toplama işidir deseydi anlardım, elimden geleni yapacağım deseydi yine anlardım ama ortaya bir hedef koyup sonra da mırın kırın ederse işte onu anlayamam. O zaman dönüp ona başlangıçtaki kıssayı hatırlatmak boynumun borcudur: “Romaya dön ve seni aslanlar da parçalasa sen yolundan sapma! Sana nereye gidiyorsun Başkan diye seslenmek istemem.”
Kimse de arkasından “Quo Vadis?” diye seslenilmesini istemez.

1 Aralık 2019 Pazar

01 Aralık 2019 Çarşamba 21:30 SİNEMA YAZILARI..............................Milî Sinema Yokuşu (II)

1973 yılı

"Gerek pratik, gerekse teorik alandaki yoğun çalışmalar sebebiyle 1973-75 yılları arasını 'Milli Sinemanın Altın çağı' olarak tanımlamak kesinlikle yanlış olmaz."(Salih Diriklik/Fleşbek)

1973 yılının ilk gününe İngiltere, İrlanda ve Danimarka'nın Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) üyesi oldukları haberiyle girilmişti. Bu arada Türkiye'nin batı yarısının tamamını yayın ağının içine almayı başaran TRT televizyonu hamle üstüne hamle yapıyor, mesela; 13 Ocakta Türkiye-İtalya milli maçı ilk kez Eurovision aracılığı ile televizyondan naklen veriyordu, haftada bir yerli film göstermeye başlıyordu. Bu hamle bile zaten azalan sinema seyircisini daha da küçültmeye yetmişti.
  
Bu arada camiamızda tek tük sinema yazıları da görülüyordu. Bunlardan biri İbrahim Müridoğlu'ydu. Müridoğlu Bizim Anadolu gazetesinde haftalık yazılarına devam ediyor, Bekir Oğuzbaşaran ise Ali Başoğlu imzasıyla Milli Gazete’de sinema ağırlıklı bir ‘Sanat sayfası’ yayınlamaya başlıyordu. Daha sonra sayfaya Salih Gökmen’in yanı sıra, Emrah Doğan ve Mustafa Topaloğlu adlı iki yeni sinema yazarı daha eklenecekti.

Aynı günlerde 23 Ocak ta çok çok uzaklarda Vietnam'da ateşkes ilan edilmiş, 27 Ocakta da bir anlaşma imzalanmıştı. Aynı gün Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir, Ermeni terör örgütü ASALA tarafından öldürülüyordu. Anlaşılan dünyanın bir yerlerinde sorunlar çözülürken, birileri ülkemizin başımıza yeni yeni belalar açmakla meşguldü.

Gelecek olan fırtına hissedilmiş olacak ki; 03 Şubatta Türkiye'de polise elektrikli coplar dağıtılıyor, 22 Şubatta ise Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde üniversitelerdeki olayların çözümü için bir tartışma yapılıyordu. Bu arada 07 Şubatta TBMM'de kabul edilen bir yasa ile "Maraş" iline "kahramanlık" unvanı veriliyor, 16 Şubatta Rauf Denktaş, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcılığına seçiliyordu.

Aynı ay içinde Dünya’da ve Türkiyede Sabah Gazetesinde de ara sıra Sinema yazıları yayınlanmaya başlamıştı. Salih Gökmen ise Milli Gazetedeki sanat sayfasında ‘Sinemamızda Gelişme Gayretleri’ adlı bir yazı yayınlıyordu. Gökmen bu yazısında Müslümanlar arasında sinemaya karşı artan ilgiye dikkat çekmişti. Birkaç gün sonra 13 Şubatta Sabah gazetesinde ‘Türk Sineması Üzerine’ adlı bir yazısı daha yayınlanıyordu Gökmen’in

Diğer taraftan şubat ayında Türk sineması garip bir anafor da yaşamaktaydı. 10 Şubatta Sinemacı Nevzat Pesen intihar etmiş, 17 Şubatta Taksimdeki Venüs sinemasında ‘Mısır Filmleri Toplu Gösterisi’ düzenlenmişti

TRT’nin yaygınlaşması ve seks filmlerinden paniğe kapılan bazı yerli yapımcılar ise çoktan Mısır Filmleri benzeri dini film yapma arayışı içine girmişlerdi. Niyazi Mustafa’nın çektiği ‘Rabia’tül Adeviye’ adlı mısır filminin yerli versiyonuna iki yapımcı (Memduh Ün ve Süreyya Duru) birden aynı anda sahip çıkmış, bir süre “önce ben başladım, sen başladın” tartışması yapmışlar ancak iki yapımcı da inadından vazgeçmemişti.

Mart ayı siyasette de başka alanlarda da bazı çalkalanmalara şahit oluyordu. 03 Martta Milli Güven Partisi, Cumhuriyetçi Parti ve bağımsızlar Cumhuriyetçi Güven Partisi'ni kurdular. Kurulan partiye Turhan Feyzioğlu genel başkan seçildi. 07 Martta İsmail Beşikçi komünizm propagandasından 8 yıl hapse mahkum oldu.10 Martta İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana sıkıyönetim komutanlıkları bir bildiri yayımlayarak, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin selametle sonuçlanması için, Millet Meclisine baskı yapabilecek veya Türk Silahlı Kuvvetleri'ni rencide edebilecek her türlü bildiri, beyanat, yazı ve haberin yayınlanmasını yasakladı. 

13 Martta AP Genel Başkanı Süleyman Demirel Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi açıklaması üzerine o meşhur sözünü söyledi: "Dün dündür, bugün bugündür!" 28 Martta Cevdet Sunay'ın Cumhurbaşkanlığı süresi bitti. Yerine seçilecek Cumhurbaşkanı için Türk siyasi tarihinin en ilginç olayları yaşandı denilebilir. Sarsıntılar o kadar derin ve yaygındı ki her alanda tesirini gösteriyordu. Örneğin; 30 Martta öğretim üyeleri ücret yetersizliğinden istifa edince 4 yüksek okul birden kapatılmıştı. 

1973 yılının Mart ayı bu ülkenin sağduyulu insanlarının ilgi alanına giren sinema sahasında da önemli gelişmelere sahne oluyordu. Artık sinema yazarları ve MTTB Sinema Kulübü daha yüksek perdeden seslerini duyurmaya başlamışlardı. 

09 Martta  Emrah Doğan Milli Gazetede yayınlanan ‘Bir Filmin Düşündürdükleri’ başlıklı yazısında Lütfü Akad’ın çektiği ‘Gökçe Çiçek’ filmini eleştiriyor, 10 Mart 1973 Cumartesi günü MTTB'de o tarihi ‘Milli Sinema Açık Oturumu gerçekleşiyordu. Üstelik Milliyet ve Yeni Ortam gazetelerinde çıkan küçük birer haber dışında sol basın açık oturumun duyurulmasına bile itibar etmemişti. 

Ancak, yazılan bez afişler, dağıtılan bültenler ve gazetelere verilen ilanlar oturumun sinema ile ilgili kişilere duyurulması için yeterli olmuş, MTTB’nin 500 kişilk salonu tahminen 700 kişi tarafından hıncahınç doldurulmuştu. Dönemin belli başlı sinema yazarları da dinleyiciler arasında yerlerini almışlardı. 

Saat 14’de başlayan açık oturum Sinema Kulübü sekreteri Mehmet Kılıç’ın takdimiyle başlamıştı. Yönetici Üstün İnanç’tı ve açık oturumda ünlü yönetmenler Halit Refiğ, Metin Erksan, Duygu Sağıroğlu ve Yücel Çakmaklı ile Türk Film Arşivi Başkanı Sami Şekeroğlu ard arda konuşmuştular. İlerleyen saatlerde Milli-Ulusal kelimesi üzerine çıkan tartışma alevlenince verilen ara ve sonrasında söz alan MTTB Sinema Kulübü Başkanı Salih Diriklik sayesinde gerginlik azaltılmış oldu. Açık oturumun bundan sonraki bölümü devlet-sinema ilişkileri ve sansür üzerine geçecekti. Üstün İnanç’in konuşmaları ustaca özetlemesiyle yaklaşık dört saat devam eden toplantı bitmiş oldu. 

Takip eden günlerde muhtelif gazete ve dergilerde açık oturumla ilgili pek çok haber ve yorum yayınlandı. 11 Martta Bugün gazetesinde açık oturumun olumlu geçtiği yazıldı. 12 Martta Sabah gazetesinde açık oturumla ilgili uzun alıntılar yayınlandı. Yeni Ortam gazetesi ise 13 Martta açık oturumun Ulusal-Milli Sinema tartışmasına sahne olduğunu haberleştirmişti.15 Martta Dünya gazetesinde açık oturmla ilgili bir haber yayınlanmış, 16 Martta ise Milliyet sanat ve Milli Gazete açık oturumla ilgili uzun birer özet yayınlamışlardı.19 Martta da Sinema mecmuası’nda 20 Martta da Ekspres gazetesi’nde açık oturumla ilgili bir haber yayınlanmıştı. 22 Martta Yeni ortam gazetesinde Aydın sayman konuya değindi. Sinema-TV ve Ses dergileri de 24 Martta açık oturmla ilgili bir haber yayınladılar.

Bu süreç yaşanırken MTTB Sinema Kulübünde düzenlenen özel gösterimler de devam ediyordu. 13 Martta Halit Refiğin ‘Fatma Bacı’ filmi,  20 Martta  Metin Erksan’ın ‘Sevmek zamanı’ filmi, 27 Martta da Duygu Sağıroğlu’nun ‘Vatan ve Namık Kemal’ filminin özel gösterimleri yapılmıştı.

Basında yer alan haber ve özetlerden farklı olarak ilk defa 22 Martta Ekonomi-Politika gazetesinden Erden Güley 10 marttaki açık oturumu yorumlayan bir yazı yazdı. Açık oturumu yorumlayan ikinci yazı ise 23 martta Milli Gazete’nin sanat sayfasında imzasız olarak yayınlanmıştı. 

Ardından 26 Martta Yeni Ortam gazetesinde M.Ethem Alkan’ın açık oturumu yorumlayan üçüncü yazısı ‘Asgari Müşterek Oturumu’ başlığıyla yayınlandı. Aynı gün Sinema Kulübü de MTTB Bülteninde açık oturumla ilgili bir yazı yayınlamıştı.

Açık oturum etkisini devam ettiriyordu. Nisan ayında da gazete ve dergiler açık oturuma yer vermeyi sürdürdüler. Bunlardan  Hareket dergisi Nisan ’73 sayısında açık oturumda yeni şeyler söylenmediğini ifade etmekle birlikte konuşmalardan uzun özetler verdi. Atilla Dorsay devamlı yazı yazdığı Yedinci Sanat dergisinin Nisan ’73 sayısında eleştri dozu epey yüksek bir makale yayınladı. Üç sayfalık bu yazıdan başka Yedinci sanat dergisi açık oturum özetine sekiz sayfasını daha ayırdı. Tohum dergisinin Nisan ’73 sayısında Emrah Doğan meseleye değişik bir açıdan yaklaşmıştı. 

Sinematek derneği başkanı Onat Kutlar da Yeni-A dergisindeki yazısına Refiğ-Erksan ikilisi ile kendisi arasındaki tartışmaların mazisini anlatarak başlamış, yazılarında devamlı yabancı film eleştirilerine yer veren Biltin Toker, Devir adlı dergide yerli filmcileri acımasızca eleştirmişti.

1973'ün Nisan ayı Türk siyasetinde de önemli olaylara sahne olmuş bir ay. 06 Nisanda Emekli Oramiral Fahri Korutürk Türkiyenin 6. Cumhurbaşkanı olmuş, 07 Nisanda Başbakan Melen  istifa etmiş, 15 Nisanda Hükümeti kurma görevi, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından Cumhuriyet Senatosu Kontenjan Üyesi Naim Talu'ya verilmişti. Aynı günlerde Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) davası başlamış, 256 sanıktan 10'u için idam istenmişti. 20 Nisanda da Cumhuriyet Halk Partisi sonradan çok eleştirilecek bir teklifi, Cumhuriyetin 50. yılı nedeniyle hazırladığı genel af teklifini Meclis'e veriyordu. Bir hafta sonra 26 Nisanda Talu’nun Başbakanlığında, AP ve CGP'den oluşan bir koalisyon hükümeti yapılan güven oylaması sonucu kurulmuş oldu.

MTTB Sinema kulübünün özel gösterimleri de devam etti bu ayda. 03 Nisanda Yücel çakmaklı’nın ‘Zehra’ filmi özel gösterimi yapıldı. 16-28 Nisan tarihleri arasında altı filmlik ‘Atıf Yılmaz Filmleri Toplu Gösterisi’ düzenlendi. Ancak yönetmen söz verdiği halde bu seminere de gelmeyince durum bir bülten ile basına duyuruldu ve kendisiyle her türlü temas kesilmiş oldu. Bu sırada ulusal sinema iddiası taşıyanlar ve ülke edebiyatı için önemli bir şahsiyet olan Yazar, Kemal Tahir 21 Nisanda ölmüştü.

Aradan iki ay geçmiş basında açık oturumla ilgili yazılar bitmemişti. Mücadele Birliğinin Pınar dergisi Mayıs ’73 sayısında Milli Sinema açık oturumunu Mart ayının en önemli sanat olayı olarak kabul etmiş, adeta özel sayı niteliğindeki bu sayısında 6 sayfalık Sami Şekeroğlu bir röportaj yayınlamıştı. Bu röportaj da açık oturum ve içerdiği tartışmalara ilişkindi. Nihayet, Salih Gökmen’in Hisar dergisinin Mayıs ’73 sayısında bazı yazarların tartışmanın boyutlarını şahsi hesaplaşmaya götürmeleri eleştirilmiş ve oturumun olumlu yönleri ve sağlanan asgari müşterekler dile getirmişti. Milli Gençlik dergisinin Mayıs sayısında da ‘Milli Sinema açık oturumu ışığında’ başlıklı MTTB Sinema Kulübü Sekreteri Mehmet Kılıç’a ait bir yazı yayınlanıyordu. Hareket dergisi ise Mayıs ’73 sayısında Tamer Şuer imzalı bir yazı ile Atilla Dorsay ve Onat Kutlar’ın Nisan ayında çıkan görüşlerine cevap veriyordu.

27 Mayıs 1973 Pazar günü 51. Genel Kurulda Ömer Öztürk, Genel başkanlığı Raşit Ürper’e devretti. MTTB’nin Kamuoyu ve gençlik üzerindeki etkisi giderek artıyordu. Hemen ardından Sinema kulübünün gecikmeli dağıttığı Mayıs Ayı Sinema Bülteni’nde Salih Diriklik kendi imzasıyla detaylı bir yazı yayınladı. Böylece bazı çevrelerin olayı çok başka boyutlara ve şahsi hesaplaşmalara çekmelerinin önü kesilmiş oldu. 

Bu arada Sinema kulübü üyeleri arasında yapılan bir anket sonucu 1972-73 sezonunun en iyi on Türk filmi seçildi. Bunlar: ‘Zehra (Yücel Çakmaklı), Fatma Bacı (Halit Refiğ), Cemo, Utanç, Kambur (Atıf Yılmaz), Dönüş (Türkan Şoray), Gelin, Yaralı Kurt (Lütfi Akad) , Alın Yazısı (Orhan Aksoy) ve Namus (Duygu Sağıroğlu) idi.

Mayıs ayının başlarında, 02 Mayısta Lübnan ordusunun Filistinli mültecilere saldırmasıyla Lübnan iç savaşı başlamıştı. Bizde ise 70'li yılların  çatışma ortamı söneceğine, giderek alevleniyordu. 17 Mayısta Türkiye Komünist Partisi- Marksist Leninist (TKP-ML) ve Türkiye İşçi Köylü Ordusu'nun (TİKKO) kurucusu İbrahim Kaypakkaya gözaltında bulunduğu sırada gördüğü işkenceler sonucunda öldü. Öte yandan bu süreçte ülke iç siyasetinde önemli bir  adım daha atılmış, Necmettin Erbakan 11 Ekim 1972’de Süleyman Arif Emre tarafından kurulan MSP’nin Genel başkanı olmuştu. Tarihler 20 Mayıs 1973'ü gösteriyordu.

Haziranın ilk günü komşumuz Yunanistan'da monarşi kaldırılıp cumhuriyet ilan edilirken, bizde 08 Haziranda İstanbul Boğaz Köprüsü'nde taşıtla geçiş denemesi yapılıyordu. Diğer yandan 13 Haziran günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanunu kabul edilmiş oldu. Buna cevap bambaşka bir yerden; Uluslararası Gazeteciler Federasyonundan (FIJ) geldi. 23 Haziranda Türkiye'de basın özgürlüğünün olmadığını açıklayıp, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılmasını istiyorlardı. 

Beri yanda Sinema sahasında yapılan gayretler bir meyve daha vermiş 13 Haziranda  Abdurrahman Dilipak’ın sahibi olduğu Fetih Yayınevi Salih Gökmen tarafından yazılan 150 sayfalık ‘Bugünkü Türk Sineması’ başlıklı bir kitap basmıştı. Bu islami yayınevleri arasında yayınlanan ilk sinema kitabıydı.

Temmuz ayında kitapla ilgili olarak ilk yazı Milliyetçi cephenin ilk sinema yazarlarından olan Ahmet Güner'den geldi. Güner 5 ve 6 Temmuz tarihli Sabah gazetesinde ‘Bir kitap dolayısı ile’ başlıklı iki gün ardarda sinema ile ilgili fikirlerini yayınladı. 18 Temmuzda Yeni Ortam gazetesinde ‘Bugünkü Türk Sineması’ adlı kitap sinema sanatına olumsuz yaklaşmakla eleştirildi. 30 Temmuzda Mehmet Ali Kışlalı tarafından çıkarılan haftalık Yankı dergisi 124. sayısında kitabı tanıtıcı tarafsız ve uzun bir yazı yayınladı.

Temmuz ayında gençlik kesimi ve benim için önemli, önemli olduğu kadar da ilginç bir olay yaşanmıştı. 05 Temmuzda Üniversite giriş sınavları olmuş ancak hemen o gün soruların çalındığı şayiası çıkmıştı. Doğruymuş; 30 Temmuzda Üniversite giriş imtihanı sorularının satıldığı anlaşıldığı için sınavın Eylülün 19’unda tekrar edileceği açıklandı. Bu arada Türkiye'de siyasi ve ekonomik çalkantılar da devam ediyordu. 09 Temmuzda 17 şeker fabrikasında birden grev kararı alındı. Ondan tam bir ay sonra 07 Ağustos Salı günü Ereğli Demir ve Çelik Fabrikası'nda hem grev, hem de lokavt ilan edildi. 01 Eylül de 5 bin işçi greve başlamıştı.

Sosyal ve ekonomik alanda yaşanan çalkantılar fikir ve sanat dünyasında da etkisini gösteriyordu. Yedinci sanat dergisinin Ağustos ’73 sayısında ‘Bugünkü Türk Sineması’ adlı kitap Türk sinemasını incelemeye çalışan ‘Bir sağ kuramcı’ tarafından çıkarılan kitap olarak haberleştirilmişti. Bu arada sağ kuramcı olarak kategorize edilmeye çalışılanlar da kendi aralarında bir çıkış hareketi oluşturmaya çalışıyorlardı. 

Bunlardan Elif film yaz sonu çekeceği film için bir proje hazırlığı içindeydi. Ancak, mesajdan çok ticari kaygılarla hareket etmelerine rağmen ‘Çile’ ve ‘Zehra’ filmlerinin ‘Birleşen yollar’ kadar iş yapmaması onları düşündürüyordu. Uyarılara rağmen kolaya talip olunca, nihayet ‘Oğlum Osman’ projesinde karar kıldılar. 

Senaryosu Raif Celasun’un bir eserinden faydalanılarak Bülent Oran tarafından yazılacak filmin başrollerinde Aytaç Arman, Fatma Belgen ve Nuri Altınok oynayacaktı. 

Diğer taraftan Sinema kulübünde ‘Akın Grup’un çekirdeği sayılabilecek bir kadro şekillenmeye başlamıştı. Bu isimler Salih Diriklik, Mehmet Kılıç, Abdurrahman Dilipak, Mustafa Miyasoğlu, Bekir Oğuzbaşaran, Durali Yılmaz, Abdullah Uçman, Ebubekir Eroğlu, Rıdvan Üzel, Hüseyin Bayraktar, Sedat Yenigün ve Alemdar Yalçın’dı. 

Bu  isimsiz topluluk bir yandan film hikayesi ve senaryo çalışmaları yapmak, diğer yandan da bir sanat-edebiyat dergisi çıkarmak gibi iki ayrı sebepten bir araya geliyorlardı. 

Eylül ayı içerde ve dışarda bazı şiddet hareketlerine sahne oldu. Bunlardan ilki 05 Eylül'de Münih olimpiyatlarında gerçekleşti. Filistinli "Kara Eylül Hareketi" örgütü, Olimpiyat Oyunları için Münih'e gelen İsrailli sporculara ateş açtı. Bir sporcu öldü, biri ağır yaralandı ve 9 kişi rehin alındı. Alman polisi gerillalar ve rehineler üzerine ateş açınca 9 rehine, 4 Filistinli gerilla ve 1 polis öldü. Öte yandan dünyanın öteki ucunda seçimle gelmiş bir devlet başkanına da darbe yapılıyordu. 11 Eylül günü sosyalist Şili Devlet Başkanı Salvador Allende, parlamentoda öldürüldü ve Pinochet iktidara geldi. Bizde ise Allende'nin öldürülmesini kınayan  Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit 27 Eylülde seçim gezisi için Isparta'da taş ve şişe yağmuruna tutuluyordu.

19 Eylül Çarşamba günü soruları çalınıp satıldığı için iptal edilen Üniversiteye giriş sınavları yeniden yapıldı. Sinema kulübü için de Eylül ayı önemli bir aydı. 07 Eylülde Mustafa Topaloğlu Milli Gazete sanat sayfasında ‘Elif Film Çıkmazı’ adlı bir makale yayınladı. Sinema kulübü üyesi de olan yazar hırçın bir dille kaleme aldığı yazısında aslında birçok doğru teşhis yapıyordu. Cevap 15 gün sonra 23 Eylül'de geldi. Milli Gazete sanat sayfasında bu kez bir önceki sayıda yayınlanan ateşli yazıya Elif Filmin en önemli ortaklarından Ali Osman Emiroğlu’nun cevabı yayınlanıyordu. 

Bundan bir hafta sonra da nihayet hazırlıkları tamamlanan ‘Milli Sinema Açık Oturumu’ bir kitap olarak yayınlanmıştı. 26 Eylülde yayınlanan kitap Mart ayında gerçekleşen açık oturumu ölümsüzleştiriyor, 176 sayfalık çapıyla islamî camiada ikinci sinema kitabı özelliği taşıyordu.

Ekim ayında hem iç politikada, hem dünya ölçüsünde önemli olayların yaşandığı bir ay olmuştu. Ekimin başında genel seçimlere 10 gün kala Milli Selamet Partisiyle ilgili bir soruşturma açılıyordu. 14 Ekim 1973 Pazar günü yapılan Genel seçimlerde ise 14 Mayıs 1972’de İsmet İnönü’nün yerine genel Başkan seçilen Bülent Ecevit’in CHP’si büyük bir sıçrama yapıyordu. Ancak 185 milletvekili ile birinci parti olmasına rağmen hükümeti kuracak sayıya ulaşamamıştı. 

Bu seçimlerin diğer sürprizi ise daha önce MNP’si kapatılan ve hakkında seçim sürecinde soruşturma açılan Necmettin Erbakan’ın MSP’sinin Türkiye genelinde aldığı %11,6 oy ve 48 milletvekili oldu. Zaman işliyor 16 Ekim itibariyle hükümet kurma çalışmaları başlıyordu. 21 Ekim Pazar günü yapılan kongrede ise Necmettin Erbakan Milli Selamet Partisi Genel Başkanına yeniden seçiliyordu. Nihayet ayın son günlerinde Türkiye bir heyecan ve gurur daha yaşadı;30 Ekim Salı yapımı tamamlanmış olan Boğaziçi Köprüsü, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından resmen açıldı.

Ekimin ilk yarısı dünya için de sarsıcı olaylara sahne olmuştu. 06 Ekimde Arap ülkeleri ile İsrail arasında Savaş çıkmış, Şili'de ise takvimler 12 Ekimi gösterirken 18 yıl önce iktidardan darbeyle düşürülen Juan Peron yeniden devlet başkanı seçilmiş, 17 Ekim 1973 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'nin Arap-İsrail savaşında İsrail'i desteklemesi petrol fiyatlarının yükselmesine yol açmıştı. Yetmişli yıllardaki ekonomik krizi adeta körükleyen bu kararla 10 Arap devleti petrol fiyatlarına yüzde 70 zam yaptılar. Ayrıca, petrol üretimini de her ay yüzde 5 azaltacaklarını da açıkladılar. 

İçerde ve dışarda bu önemli olaylar cereyan ederken benim için ve sinema ile ilgili kesimler için oldukça ciddi dönemeçler söz konusuydu. Bunlardan ilki 10 Ekim Çarşamba günü MTTB sinema kulübünün I.Genel Kongresinin yapılmasıydı. Başkan yine Salih Diriklik'ti. Diriklik başkan seçilmesinden sadece bir hafta sonra Salih Gökmen imzasıyla Tohum dergisinin Ekim ’73 sayısında ‘Türkiyede yerli ve yabancı film seyircisi’ başlıklı bir yazı yayınlıyordu. Bu sırada ben de çok çok farklı bir heyecan yaşıyordum. 

20 Ekim günü memleketim Susurluk'ta elime geçen puan kartıma göre Üniversite sınavlarından; Fen 332, Sosyal 373, Yabancı Dil 337, toplam 353 puan almıştım. Bu puanlar geçen senelere göre bir başarı sayılabilirdi. Ancak puanlar yükseldiği için normal muamelesi görecek, hangi okula kayıt yapabileceğim iki ay kadar belirsiz kalacaktı. Nitekim 25 Ekim günü bir arkadaşımla birlikte İstanbul'a ön kayıt yaptırmak için geldik. Bazı okullara da ön kayıt yaptırdık. Ancak anladık ki sistemden dolayı daha henüz hangisinde okuyacağımız belli değildi. 

Bu arada sinema piyasasında çok ilginç gelişmeler yaşanıyordu. 20 Ekim'de piyasaya hem Osman Seden’in yönetip Fatma Giriğin oynadığı, hem de Süreyya Duru’nun yönetip Hülya Koçyiğit, Orçun Sonat ve Hüseyin Peyda’nın rol aldığı iki ‘Rabia’ filmi çıkmıştı. Anlaşılan filmin muhtevası ve oyuncularının Hz. Rabia’yı canlandırmaktan uzak olmaları kimsenin umurunda değildi. 

Bu arada Akün filmin sahibi İrfan Ünal, Rabia filminin orjinalini getirip piyasaya sürmüş, bu gelişme durumu daha da renklendirmişti. Böylece aynı anda üç tane Rabia filmi birden seyirci karşısına çıkmış oldu.

Aynı günlerde üst üste getirilmiş gibi başka yarışlara da şahit olacaktık. Önce 23 Ekim Salı günü Erman filmin daha önce 1949’da Lütfi Akad’a, 1964’de Orhan Aksoy’a iki kere siyah beyaz çektirdiği ‘Vurun Kahbeye’ filmi bu defa yine aynı şirket tarafından üçüncü defa, ama bu kez renkli versiyonu vizyona sokulmuştu

Ticari hesaplarla gösterimi özellikle Cumhuriyet bayramı haftasına denk getirilen Halit Refiğ imzalı film, içerik olarak daha öncekilere nazaran bazı olumlu eklemeler taşıyordu. 

Öte yandan hemen hemen aynı günlerde Türk sinemasında yine ticari kaygılarla farklı bir dalga ortalığı kaplamıştı. Asaf Tengiz’in çektiği ‘Hz. Ömerin adaleti’, Nuri Akıncı’nın çektiği ’Hz.Yusuf’un Hayatı’ ve ‘Kız Evliya’ ile Çetin İnanç’ın çektiği ‘Hz. Bilal-i Habeşi’ gibi filmler o dönemde birbiri ardı sıra piyasaya çıkan dini filmlerden bazılarıydı. 

Tabi ki bu durum sinema yazarlarının eleştirilerine de yol açıyordu. Her türlü rolde oynayan oyuncuların, rolü uygun olsun olamasın, dini muhtevalı filmlerde boy göstermeleri, hatta seks filmi çeken bazı yapımcıların bile sırf ticari gayelerle bu türe heveslenmeleri sosyalist Yedinci Sanat dergisinin bile gündemindeydi. Derginin Ekim ’73 tarihli 8. Sayısında bu garip durum müstehzi bir tavırla ele alınıp eleştirilmişti.

Kasım ayı siyasi belirsizlik ve hükümet kurma çalışmalarıyla geçti. 10 Kasım'a kadar görevlendirilen CHP ve AP genel başkanları hükümeti kuramadı. Bu yüzden halen görevine devam eden Talu'ya 13 Kasımda hükümeti kurma görevi yeniden verildi. Talu, CHP, AP ve CGP'yi bir araya getirmeye çalıştı. Bu arada 11 Kasımda Mısır ile İsrail arasında bir ateşkes anlaşması imzalanmış, 25 Kasımda ise Yunanistan'da bir askeri darbe olmuştu.

Puanları takip etmek üzere istanbul'a ikinci gelişimiz 18 Kasımda oldu. Ancak sistemden dolayı her gece radyoda saat 10.45 haberlerini dinlememiz gerekti. Çünkü okullara yapılan kesin kayıtlara bağlı olarak her gece puanlar düşmeye devam ediyordu. Bu da takip etmeyi gerektiriyordu. Aynı gün içinde bir Erzurum'a, bir Ankara'ya gidip, İstanbul'a dönenler olduğu konuşuluyordu. 

Ancak bu defaki gelişimin benim için çok daha farklı bir tarafı vardı. 22 Kasım Perşembe günü ilk kez MTTB binasına girmiş oldum. Daha önce Susurluğa gelen ve "İstanbula geldiğinde mutlaka bizi bul" diyen iki mühendislik talebesi Yüksel Çavuşoğlu ve Ramazan Divleli ağabeyleri arıyordum. Ramazan abiyi böyle buldum. Bana geçici olarak kalacak yer ayarladılar. Bu vesile ile puanların düşme süreci aynı zamanda benim MTTB’yi de tanıma ve öğrenme fırsatım oldu. MTTB binasını, giriş katındaki Eğitim, Kitap ve Turizm müdürlüğünü, spor salonunu ve bahçedeki Ehliyet veren Trafik Müdürlüğünü görmüş oldum. 

05 Aralık Çarşamba günü benim için bir başka önemliydi. Zira o gün ilk defa MTTB’de üst katta bulunan Başkanlığı ve karşısındaki sinema salonunu görmüş oldum. Ben zaten ebedi sinemayı severim. İlgi alanıma girdiği için de merak ettim, öğrendim ki; bu salonda konferanslar ve açık oturum, panel gibi toplantılar yapıldığı gibi tiyatro eserleri ve sinema gösterileri de düzenleniyormuş. Zaten aşağıda ‘Sinema Kulübü’ ile ilgili bazı afiş ve ilanlar gözümden kaçmamıştı. 

Merakım daha da arttı, bir abi bizi en yukarıya çıkardı. Küçücük bir oda. Oda bile değil aslında bir makine dairesi. Dev, siyah bir film gösterme makinesi var tam ortada. Önünde gösteri salonuna açılan küçük kare bir pencere. Girişte bir masa ve birkaç sandalye. Ortalıkta matbaadan yeni alınmış ambalajlanmış dergi desteleri. Masanın etrafında birkaç genç o dergiyi inceliyorlar. Bizi götüren abi "bunlar sinema kulübümüzün üyeleri dedi, bunlar da yeni çömezler" dedi bize bakıp gülerek. Böylece sinema kulübünü de görmüş, tanımış olduk. O gün ellerindeki dergi çıkardıkları ‘Yeni Sanat’ dergisiydi. Aylar sonra bu küçücük odanın, bu birkaç gencin ve ellerindeki derginin ne kadar büyük bir mana taşıdığını çok daha iyi anlayacaktım. Şimdi artık ‘Milli Sinema’ diye bildiğimiz tarihi bayrak buradan, bu gençlerin elinden yükselmişti.

Aynı günlerde bir taraftan Ulusal sinema cephesinde bir taraftan Sinema kulübünde yeni arayışlar hız kazanmıştı. Ulusal sinemacılar hareket dergisi ile irtibatlı ortaya bir eser koyma gayreti içindeydiler. Metin Erksan'ın açık oturumda dile getirdiği ‘Medine Müdafaası’ adlı hikayenin senaryosunu tamamlanmış ‘Sinema-TV ve Reklamcılık şirketi’nin kuruluşu bitmişti. Ancak ne yazık ki bu süper prodüksiyon finasman sorunları sebebiyle rafa kalkacaktı. 

Öte yanda dört ay boyunca sinema kulübü ve Fetih yayınevinde sayısız defalar buluşan bir topluluk sonuçta Bekir Oğuzbaşaran'ın sahibi olduğu, Salih Diriklik’in ise yazı işleri müdürü olduğu Yeni sanat dergisinin ilk sayısını piyasaya çıkarmıştılar. Bu ilk sayıda iki sinema yazısı ile bir sinema soruşturması vardı. ‘Türk sinemasına devlet himayesi veya devletle sinema arasındaki ilişki ne olmalıdır’ şeklindeki ankete verilen ilk cevap sinema yazarı Erman Şener’den geliyordu. Dergide yayınlanan ilk sinema yazısı ise Salih Gökmen’e aitti. Gökmen'in yazısında 1973-74 sezonunda Türk sinemasının ve sinema kurumlarının durumu ele alınmıştı. İkinci yazı ise Mehmet Kılıç tarafından yazılmıştı. Yazar ‘Sinema eleştirisi üzerine notlar’ başlıklı yazısıyla bir hayli ilgi toplayacaktı.

21 Aralık 1973 Cuma günü nihayet Sultanahmet İktisadi Ticari İlimler Akademisine bağlı Aksaray İktisadi Ticari İlimler Yüksek okuluna kayıt yaptırmış oldum. 

Bu arada aralık ayında içerde ve dışarda önemli hadiseler vuku buluyordu. 18 Aralıkta Sovyetler Birliği Soyuz-13'ü uzaya yollamış, 20 Aralıkta İspanya Başbakanı Amiral Luis Carrero Blanco ETA örgütünce otomobilinde öldürülmüş, 23 Aralık 1973 tarihinde Petrol üreticileri Tahran'da toplanıp petrol fiyatlarını yüzde130 oranında arttırma ve Amerika'yla Hollanda'ya petrol sevkıyatını bir süre için durdurma kararı almışlar, 28 Aralıkta Aleksandr Soljenitsin, Sovyet hapishanelerini anlattığı "Gulag Takımadaları" adlı eserini yayımlamıştı.

Aynı ay içinde MSP kazandığı 48 milletvekili sayesinde amblemi gibi anahtar haline gelmiş, bu arada önceleri olmaz denilen CHP-MSP koalisyonuna çok yaklaşılmıştı. 1973 yılının son ayı olan Aralık ülkemiz siyasetinde önemli bir yere sahip olan İnönü'nün vefatına da tanıklık ediyordu. 

25 Aralık Salı günü Ülkemizin İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü vefat etmiş, radyo ve televizyon matem yayınına geçmişti. İsmet inönü 28 Aralık güyapılan bir cenaze töreni ile Anıtkabir’e defnedildi. İki üç gün sürekli olarak radyo ve televizyonda İnönü ile ilgili programlar, yaptığı şeyler, cenaze töreni görüntüleri tekrar edip durdu.

1973’ün sonunda yerli film oynatan sinemalarda bir taraftan dini (!) filmler, bir taraftan da ‘Vurun Kahpeye’ gibi filmler gösterilirken bir yandan da seks ögesi ağırlık taşıyan filmler de yaygınlaşmaya başlamıştı. Aslında 60’lı yılların ortalarında erotik sahnelerle dolu siyah-beyaz filmlerin kaybolmasından sonra yaşanan sessizlik ilk olarak 1971 yılında Nazmi Özer’in çektiği ‘Seks fırtınası’, Yılmaz Atadeniz’in çektiği ‘Jilet Kazım’ ile olmuştu. Ancak yeni bir seks-avantür furyasının asıl başlayışı, bir yıl sonra Melih Gülgen’in çektiği ‘Parçala Behçet’ filmiyle oldu. Ancak ardından sökün eden bu kordelalar 1973 sonu itibariyle henüz çığrından çıkmamıştı.

(Devam edecek)