31 Temmuz 2015 Cuma

243 31 Temmuz 2015 Perşembe 23:40 GEZİ REHBERİ.......................Edremit, Kalkım, Balya turu

Edremit, Kalkım, Balya turu

Bu yıl kazdağlarının kuzey doğu tarafını görmek istedik. Zaten Balya'yı da hiç görmemiştim. Ayrıca, Edremit Yenice yolundan daha önce gidenler oraların çok güzel olduğundan bahsetmişlerdi.

Suyun ve piknik yerlerinin bol olduğu bir yöne gidecektik. Bu yüzden arabamızın bagajına yiyeceklerimizi, piknik malzememizi doldurduk. Umudumuz bol sulu, yeşil ağaçların gölgelediği en güzel yeri bulup ailece orada piknik yapabilmekti.

Yolumuzun Edremit Kalkım bölümü 74 kilometrelik, 1 saat 51 dakika sürüyormuş. Kalkım Balya arası ise yaklaşık 57 dakikalık bir yol, 48,7 km imiş. Balya'dan Edremit arası ise 65,6 km, 1 saat sürecekmiş. Yani yaklaşık 4 saat sürecek toplam 188 kilometrelik bir daire çizecektik.

Edremit, adını verdiği Edremit Körfezi ile Kaz Dağları arasında denizden 6 km içerde kurulu Balıkesir'e bağlı eski bir ilçe. Batısında Ege Denizi ve Ayvacık ilçesi, kuzeyde Bayramiç ve Yenice ilçeleri, Doğuda Havran güneyde Burhaniye ilçesi, kuzeyinde Kazdağı, Eybek Dağı ve Gürgen Dağı ile çevrili. İlçenin iskelesi durumundaki Akçay Beldesi şehre 9 Km uzaklıkta. Edremit İlçesi eski, köklü ve zengin bir ilçe, ama her şeyden önce bir zeytin memleketi.

Tarihçilere göre Edremit M.Ö.1443 yılında kurulmuş. Eski kaynaklarda Adramyteion olarak geçiyormuş. İlk çağlardan beri yöredeki en önemli yerleşim yeri. Pers kıral Darius ve Makedon Büyük İskender de gelmiş. Romalılardan sonra Karesi Beyliğinin gemilerine liman olmuş. Osmanlı döneminde donanmanın önemli tersanesi buradaymış. Yöre insanları önceleri Akdenizde korsan olarak, daha sonra da Osmanlı donanmasında önemli görevler üstlenmişler. Tunus Beylerbeyi Salih Reis bunlardan birisi.

İlk Kuvay-ı Milliye yörelerden. Başta Şehit Kaymakam Hamdi bey ve bazı eşraf komiteler kurarak işgal kuvvetleri ile çatışmışlar. Nihayet dokuz Eylül 1922 de Yunanlılardan kurtarılmış.

Saat 14 sularında hareket ettik. Kalkım Yenice yoluna Edremit'in içinden geçilerek çıkılıyor. Yol iki taraflı yeşil bir zeytin denizi arasında kıvrılıp gidiyor. Eski devlet yolu standardında ama bakımlı bir yol. Kazdağlarının doğusundan kuzey yönüne doğru hafifçe yükseliyoruz.

Arada zeytinlikler arasına gizlenmiş güzel köyler var.Karşımızda açık mavi bir gökyüzü, ufukta koyu lacivert siluetiyle yükseltiler halinde sıralanmış  kazdağları görünüyor.

Edremit'ten 14 km. gittiğimizde ilk piknik alanına ulaşıyoruz. Talim Alanı denilen bu mevki halka açık piknik yeri olarak düzenlenmiş. Kazdağlarının eteklerinde, bir çam ormanı içinde yer alan bu mesire yeri piknikçilere lazım olabilecek asgari donanıma sahip. Yani çeşmeleri, mangal düzenekleri, çocuk oyun yerleri, masaları, Wc'si ve park edilebilen geniş alanıyla tam bir profesyonel. 

Edremit ve Akçay'a yakın konumuyla yaz kış hizmet verebilen bir alan. Çıplak zemini ne kadar yoğun kullanıldığının açık göstergesi.Bu bölgede Kazdağlarının eşsiz güzelliklerini yaşamak isteyenlerin gözde mekanları arasında. Ancak, bizim daha iyisini bulma umudumuz var, durmuyoruz.

Birkaç kilometre sonra bir dağ sitesi görüyoruz. Biz onunla meşgul yorum yaparken sol tarafta bir yer fark ediyoruz. Yüz metre sonra dönüp yakından görmek için iniyoruz. Planımızda böyle bir yer yok ama bir çay içip devam ederiz diye düşünüyoruz. Ancak, Kaz dağlı Gülsüm ananın yeri bizi mest ediyor. Oğlak göveci bir harika, gözlemeleri, ayranı, çayı, hizmeti hepsi güzel. Yaklaşık bir saatimizi orada bir çam ağacının altında kurulu, şark köşesi tadında ahşap sedirde geçiriyoruz. 

Gülsüm Ana, Balıkesir Edremit Çamcı köyünden altmış yaşın üstünde ilginç bir kadın. 12 yıl öncesinde elinde bir sepet gözleme yaparak başlamış. Bugün Edremit Kalkım yolu üzerinde Hanlara yakın Çobançeşme mevkiindeki iki dönümlük yerinde, ulu çam ağaçları altında tamamen ahşap dağ evi görünümlü bir işletmede hizmet veriyor. Güleryüz, huzur ve lezzetin önemli bir durağı haline gelmiş.

Doğal ürünler, 15 çeşit köy kahvaltısı, gözleme, kuru fasulye, pilav, saç Kavurma ve göveçte oğlak farklı ve muhteşem lezzetler. Ayrıca buradan Edremit körfezi çok farklı bir manzaradan izlenebiliyor. Özellikle asırlık ulu çam ağacını görmenizi ve dallarında kurulu salıncakta çocuklarınızı sallamanızı öneririz. 

Rakımdan dolayı hava temiz, nemsiz ve aşağıya göre 8-10 derece daha serin. Otantik köşklerde kendinizi evinizde hissedebileceğiniz bir ortam. Kahvaltı 20 liraymış, diğer fiyatlar da uygun. Son olarak yediğimiz taze çilek ve sıcak pidelerden sonra artık gönlümüzü de bırakarak, oraya bir kez daha gitme arzusuyla ayrılıyoruz.

Hanlar mevkii Gülsüm anadan 5-6 Edremit’ten 25 km, Akçay'a 35 km mesafede. Ulu çınar ve çam ağaçlarının gölgesi altında, serin havada piknik yapılabilecek geniş bir alan. Çeşmelerinden devamlı akan buz gibi suları, masaları, mangal yerleri ve WC'leriyle aileniz ve çocuklarınızla  iyi vakit geçirilebilecek bir yere benziyor. Orman içinde bol ve soğuk suyu, serin ve temiz havası, çevresindeki lokanta ve kafelerle Talimalanından daha güzel geldi bize. Fakat orada da durmuyoruz. 

Bu yol sürprizlerle dolu. Hanlar’dan sonra 10 km ilerde bu defa bir Milli Park Dinlenme Tesislerinden geçiyoruz. Burada tel kafesle çevrili büyük bir alanda Geyik Çiftliği varmış. Koruma altındaki bölgede geyik üretiliyormuş. Bölge av meraklılarının, doğa yürüyüşü yapanların gözde yerlerinden olmalı. Ama, biz burada da durmuyor, yola devam ediyoruz.

Karnımız Gülsüm anadan tok ya, Kalkım'a kadar ne var ne yok görelim, acıkınca uygun bir çeşme başında pikniğimizi yaparız diye düşünüyoruz. Yol döne döne iniyor, oldukça virajlı ama güzel. Yolculuğumuz yeşillikler arasında etrafımızı seyrederek ve adeta bir çeşme defilesi seyreder gibi zevkle sürüyor. 

Gerçekten de dağdan aşağıya inilen son 40 km'de sağlı sollu o kadar çeşme var ki. Her dönüşümüzde "Burda da var..., Aa bak ! bu daha güzel..., Şurda iki tane birden yapılmış..., Aynı çeşmede üç..., Şunda da beş musluk birden akıyor !.." derken mesafeler tükeniveriyor. 

Her çeşmede hayır sahibinin adı var. Kimi eski, kimi de yeni. Bu yörenin insanı dağın bol, bereketli ve serin sularını hayra dönüştürmekte yarışmış adeta. Belli ki bayağı eskilere dayanan bir yol bu. Öyle anlaşılıyor ki, atla, arabayla yolculuk edenlerin yanmaması için ne mümkünse yapılmış. 

Çeşmelere dayanamam. Sadece suyu, serinliği sevdiğim için değil. Onlar bizim kültürümüzün ürünü, yaşayan hayrat eserleri çünkü. Susuzluğu giderdikleri, kirliyi temizledikleri, etraflarına hayat verdikleri için saygıyı hak ediyorlar. 

Suyun bulunabildiği her yol kenarına, insanların gelip gittiği, hayvanların su içeceği yerlere yapılmışlar. Başlarına hayır sahipleri yazılmış, bazılarının ismi silinmiş, sahipli sahipsiz, isimli isimsiz çeşmeler...

İnsanımızın hayır konusundaki su gibi temiz niyeti; çeşit çeşit, büyüğü küçüğü, sadesi süslüsüyle taşlara şekil vermiş. Şiirlere, şarkılara konu olmuş çeşmeler. ‘Köprüler yaptırdım, gelip geçmeye / Çeşmeler yaptırdım, suyun içmeye’ türküsünde olduğu gibi, sazın tellerinde dile gelmiş.  

Bütün canlıların emrinde, biteviye gece gündüz akıyorlar. İnsanın dostu, börtü böceğin kuşun hatta en yaban canlının bile dostu onlar. Kimisinin suyu bol, kimisinin az, bazıları kurumuş. 

F. Nafiz ÇAMLIBEL'in ”Çoban Çeşmesi” adlı şiirinde bahsettiği gibi sessiz, yalnız kendi şırıltısı ile yaşayan çeşmeler…'Derinden derine ırmaklar ağlar/ Uzaktan uzağa çoban çeşmesi / Ey suyun sesinden anlayan bağlar / Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi ?'

Biz biri diğerinin aynı olmayan bin bir manzaralı bu yolculuk nasıl geçti anlayamıyoruz. Bu arada hepsi birbirinden güzel çeşme başlarının hangisine dönüp piknik yapacağımızı da belirleyememiş durumdayız. Bu arada yol düzleşiyor ve karşımıza Kalkım çıkıveriyor.

Tam girişte şaha kalkmış bir Agon (ata binen sporcu) heykeli var. Nüfusu 2300 civarındaymış. Yerleşim yeri olarak güneyinde Kazdağları, kuzeyinde Asar Dağı olmak üzere yoğun bir ormanlık alanda kurulmuş. Yeniceyle birlikte Kalkım yöresinin eski ismi Agonya olarak geçiyormuş.

Yörenin tarihi yaklaşık olarak M.Ö 3000 yıllarına dayanıyormuş. Uzun süre Truva’ya bağlı olarak kalmış. Daha sonra Perslerin, Büyük İskender devrinde de Bergama Krallığının hakimiyetinde olmuş. Agonya Kapısı olarak bilinen Kayatepe Köprüsü Büyük İskender'den kalma ve halen ayaktaymış. Lidyalılar zamanında işlenen demir curufların bulunduğu yerde, bugün Kalkımın büyük bir mahallesi kuruluymuş.

Kalkım kasabası, yaklaşık 1301 yılında Karasi Beyi tarafından türk topraklarına katılmış. Daha sonra Osmanlılara bağlanmış ve önemli bir yerleşim merkezi olmuş. Osmanlı zamanında burada çevre mahkemelerine bakan kadı vekilleri (Naipler) oturduğundan “NAİPLİ” adını almış. 

93 Harbi olarak bilinen1877-1878 Osmanlı – Rus Harbinden sonra  balkanlardan ve doğudan göç etmek zorunda kalmış muhacirler bu bölgede ikamet ettirilmiş. Önemli bir kavşak noktasında bulunmasından dolayı 1. Dünya Harbinde  Fransızlar, Yunanlılar ve İngilizler tarafından işgal edilmiş. 1978 yılında nahiye olmuş ve 1977 seçimleriyle de fiilen belediye hizmetleri başlamış. Bunlar, Kalkım hakkında internetten edindiğimiz bilgiler.

Bu arada saatimiz 17:30'u gösteriyor. Tekrar dönüp piknik yapmak, ya da Balya'ya doğru yolumuza devam etme konusunda bir tereddüt geçiriyoruz. Kalkımda, yolu sorduğumuz bir kişi üç köy sonra sağa sapıp Balya'ya gidebileceğimizi söyleyince nedense tercihimiz devam etme yönünde oluyor.

O köylerden biri olan Hamdibey köyü; İnternette “sırtını Kazdağları’na yaslamış, yüzünü Güneş’e dönmüş Büyük Agonya Ovası  içinde yer alan güzel bir beldemizdir’ diye geçiyor. 

Kurtuluş Savaşı yıllarında; Yenice ve yöresinde çetelere karşı büyük bir mücadele veren, Edremit Kaymakamı Hamdi Bey, Anzavur Çeteleri tarafından bu yörede yakalanıp, Biga’ya kadar bir atın ardına bağlanıp sürüklenmesiyle şehit olmuş. Bu yüzden Milli Mücadelede, büyük yararlık göstermesiyle tanınan Hamdi Bey’in adı daha önce Koyuneli olan bu beldemize verilmiş. Elinde silahıyla köydeki Hamdi bey anıtı da bu hatırayı yaşatmaktaymış. Bizse, hemen anıtın yakınındaki bir çeşmeden tatlı su alıp yolumuza devam ediyoruz. 

Tercihimiz Balya'dan dolaşarak Edremit'e dönmek olsa da artık hafiften acıkmaya da başlıyoruz. Ama yolda o kadar bol çeşme gördük ki, önümüzde daha da olacağından neredeyse eminiz. 

Artık etrafımızdaki arazi değişti. Çeşmeler de o kadar sık görülmüyor. Gördüklerimizin de ya suyu akmıyor, ya da oturmaya müsait değil. Nasılsa buluruz diye sorun etmiyoruz.

Nihayet bir tanesinin hem suyu akıyor hem de araba park edecek, yemek yenebilecek düzlük bir alanı var, duruyoruz. Hemen karpuz kavunu bol su dolu yalağına koyuyorum. Amacım, biz mangalı yapıp yiyinceye kadar su onları soğutur. Bu arada fark ediyorum ki arabadan inen diğerleri durumdan pek memnun değiller gibi.  

"Sorun ne ?" diyorum, yerdeki hayvan pisliklerini gösteriyorlar. Bana göre, bir köy çeşmesinin, üstelik üç tane ardarda yalağı bulunan böyle bir çeşmenin en önemli ziyaretçileri hayvanlardır. Su içen hayvanların da geride bırakabilecekleri başka ne olabilir ki ? Ama ailem öyle düşünmüyor, koku, görüntü ve bolca sinek onları rahatsız etmiş anlaşılan. Ne de olsa şehir insanları onlar. Benim gibi köyde doğup büyümemişler.

Tabi ki de onların dediği oluyor. Tekrar karpuz kavunu alıp poşetlerine koyuyorum ve arabaya binip yola çıkıyoruz. Artık, bizim piknik bir sonraki çeşmeye kalıyor. Ama, o bir sonraki çeşme bir daha hiç karşımıza çıkmıyor nedense. Yol kıvrılıp uzadıkça, gözlerimiz umutsuzlukla daha ilerlerde karşımıza çıkıverecek bol sulu, etrafı yeşil, gölgeli çeşmeye kilitleniyor adeta. Fakat, km'ler geçiyor, zaman ilerliyor o çeşme bir türlü karşımıza çıkmıyor. 

Meşe ağaçlarının hakim olduğu, yer yer de çınar ağaçlarının yoğunlaştığı oldukça engebeli bir bölgede ilerliyoruz. Bazen Ormanlık çam alanlarla da karşılaşıyoruz. Bu arada ağaçların yolun iki tarafından da yükselip oluşturduğu ağaç tünelleri olağanüstü. 

Balya'ya doğru gittiğimiz yol eski Balıkesir-Çanakkale yolu. Balya, bu yolun Çanakkale'ye 170, Balıkesir'e 52 km mesafesinde kalıyor. İlçenin doğusunda Balıkesir, batısında Yenice, kuzeyinde Manyas ve Gönen, güneyinde ise İvrindi ve Havran ilçeleri var. Yaklaşık rakımı 150 metre olan dik yamaçlı derin vadilerle ayrılmış dağlık bir arazide kurulmuş.

Balya’da tarihin ilk dönemlerinden bu yana, başta çinko ve kurşun olmak üzere, manganez ve linyit madenleri işletilmiş. Bu nedenle de sürekli bir yerleşim yeri olarak kullanıldığını öğrendim. Romalılar döneminde de bu kurşun madenleri işletilmeye devam ediyor. Bu yüzden o zamanki adının “Ergastêrion” (maden işliği) olduğu kayıtlara geçmiş. 

Balya madenlerinin işletilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanında da sürdürülmüş. İlçe topraklarında bulunan simli kurşun madeni 1940 tarihine kadar ilçenin temel ekonomik kaynağı imiş. Ancak, o yıl artık rezervlerinin azalması sebebiyle üretimi durdurulmuş.

Balya adının, 1650 yıllarında burada Kadılık yaptığı rivayet edilen “Bali Bey”den mi yoksa Yunanca Palaia ("eski") tabirinden mi geldiği tartışmalı görünüyor. 1910 yılında ilçe olmuş. 1920 yılında Yunan işgaline uğrayan yöre, bir taraftan Yunan askerleri ile öbür yandan Anzavur Ahmet Çetesi ve Gavur İmamla savaşmak zorunda kalmış. 

Biz öyle yol kenarında uygun çeşme bakıp, yanımızdan hızla akıp giden manzara denizini seyrederken karşımıza aniden Balya çıkıveriyor. Ama, gerçekten çok güzel bir görüntü, durup fotoğrafını çekiyorum.

Balya maden ve fabrikaların kapatılmadığı zamanlarda Küçük İstanbul Lakabını edinecek kadar çok gelişmiş bir ilçeymiş. Ancak o günlerden bugüne sadece Fransızlardan 100 yıllık bir maden ve yakınındaki hastane kalmış. Halen 1900 nüfuslu çok küçük bir ilçe.

Balya'dan geçerken saatime bakıyorum, 19:15'i gösteriyor. Artık bir çeşme başında piknik yapma umudumuz kalmadı. Dönüşümüzü düşünüyorum. Önümüzde daha bir saatlik 65-70 km daha yolumuz var. Karnımız da iyice acıktı. Oyalanmamalı, bir an evvel dönmeye bakmalıyız.

Çıkışta kızarmaya başlamış böğürtlenler için arabayı durduruyorum. Eşim çok sever, belki biraz bulurum da moralimiz düzelir diye, o da olmuyor. Böğürtlenler daha olgunlaşmamış. Belki bir hafta on gün sonra yenilebilirler. Bir avuç böğürtlen kimseyi memnun etmiyor tabi. Herkes bir an evvel dönmenin derdinde. 

Çaresiz tekrar yola koyuluyoruz. Talihsizlik; Balya yolu genişletme çalışmaları nedeniyle yer yer stabilize durumda. Beyaz bir toz bulutu içinde ilerliyoruz. Artık, Balıkesir Edremit yoluna doğru, baş aşağı iniyoruz.

Edremit istikametinde saatlerimiz 19:45'i gösterirken güneş batıyor. Bir umut, Havran'a yakın bir tesiste piknik yapabilirmiyiz acaba diye yolun karşı tarafına geçip soruyoruz: "Burada mangal yapabilirmiyiz ?" Aldığımız cevap "Hayır, bu yıl mangal işini kaldırdık. İsterseniz 10 km geride bir işletmemiz daha var. Orada yapabilirsiniz."

Bu cevap aç ve yorgun bedenimizi biraz daha üzüyor. Havran yolunda orası mı olsun, burası mı derken öğreniyoruz ki bu havalide Akçay Kızılkeçili ya da Zeytinli Pınarbaşı'ndan daha yakın piknik yeri yok. O da hem uzun yol, hem de masraflı. 

Anlaşılıyor ki, biz bu pikniği yapamayacağız. En iyisi eve gidip karnımızı doyurmak. Bu fikir herkesin aklına yatıyor. Biraz da kendimizi haklı çıkarıyoruz: "Gülsüm ananın yerinde güzelce karnımızı doyurduk.Bir günde iki masrafa gerek yok. Bu günlük pikniğimiz o oldu. Biz öyle düşünmemiştik ama nasip böyleymiş. Eve gitmek en iyisi."

20:30 dolayında eve geliyoruz. Gezimize katılmayan iki delikanlı oğlumuz kızımız da evdeler. Acıkmışız ya, hep birlikte işe koyuluyoruz. Kimimiz mangala etleri döşüyor, kimimiz salata yapıyor, kimimiz karpuz kavun kesiyor, kimimiz de masayı hazırlıyor. Böylece çarçabuk mükellef bir sofra çıkıyor meydana. Sonra da hep birlikte afiyetle yiyoruz yemeğimizi. Çayımızı içerken gezimizin yorumları yapılıyor tok karnına:

"Turumuz güzeldi. Yorgunluğumuz sadece gördüğümüz manzaralara bile değdi. Kaldı ki, Gülsüm ananın yeri bir harikaydı. Oraya bir kez daha bu defa kahvaltı için gitmek lazım. Yolda ne kadar da çok çeşme vardı. Sadece onları görmek, fotoğraflarını çekip avuç avuç soğuk su içmek için bile yeniden gidilebilir. Hanlar mevkii de piknik yapmak için en uygun yer..."

Günün esprisi ise şöyle oluyor: "Neredeyse 200 kilometre yol yaptık. Ama, evimizden daha güzel piknik yeri, daha lezzetli ve ucuz yemek bulamadık. Karnımız yine evimizde doydu..."

28 Temmuz 2015 Salı

242 28 Temmuz 2015 Salı 19:00 ŞİİR VE TÜRKÜ............................Türküler arasında

Türküler arasında

Türküler sevdadır, gurbettir, ayrılıktır. Çoğu zaman ağıttır ölene. Ama, yine de fıkır fıkır kaynatır insanın içini. Sevgisini, sevdiğini değme en usta şairlere taş çıkartırcasına dile getirir. Tıpkı 'Tatlı Dile Güler Yüze' türküsünde [1]olduğu gibi:

Tatlı dile güler yüze / Doyulur mu doyulur mu / Aşk ile bakışan göze / Doyulur mu doyulur mu
Hem bahara hemi yaza / Yarın ettikleri naza / Yar aşkına çalan saza / Doyulur mu doyulur mu
Garip'im geldik gitmeye / Muhabbetimiz bitmeye / Yar ile sohbet etmeye / Doyulur mu doyulur mu

Yarinden boynuna dolaması için gelen 'beyaz yağlık' için teşekkür etmiş türküsünde. Sevdiğini ceviz dalları arasındaki yaprak gibi tarif etmiş. Pencereden gördüğü kınalı eli bir tomurcuk gülüne benzetmiş. 'Cevizin yaprağı dal arasında' türküsünü [2] bilirsiniz, muhteşemdir. Ama şu şiirin kudretine bir bakınız:

Evlerinin önü zerdali dalı / Pencereden gördüm kınalı eli (o nazlı yari) / Benim sevdiceğim tomurcuk (domurcak) gülü

Sevdası o kadar içten, o kadar derin ki onsuz yemek yiyemez, uyuyamaz olmuş. Anlayın işte aşkı, sevdayı ne kadar güçlü;

Sensiz lokmaları yiyemez oldum (yutamaz oldum) / Sensiz odalara giremez oldum (yatamaz oldum)

Ayrılık acısı zordur. Hele de uzaklarda, gurbette olursa. Bir Afyon türküsünde [3]ozan kendisini 'Yüce Dağ Başında Bir Top Kar İdim' diye anlatmış. Geçmişte kalan sevdasına 'uzaklardan bakan' ve üzerine vuran zaman yağmurları ve güneşiyle eriyip giden bir top kar olarak.

Yüce dağ başında bir top kar idim / Yağmur yağdı güneş vurdu eridim / Evvel yarin sevgilisi ben idim / Şimdi uzaklardan bakan ben oldum

Diyarbakır ağıtlarıyla da türküleriyle [4]de can yakar. Fincanın Etrafının 'yeşil' olması ya da 'sarı' olması bahanedir, yare hep 'zarı zarı ağlayan' gözü yaşlı sitem gönderirler bağrı yanık aşıklar.

Fincanın etrafı sarı aman aman / Ağlarım sızlarım ben zarı zarı / Ağlarım sızlarım ben zarı zarı / Elimden aldılar yari aman aman
Aman kız canım kız öldürdün beni / El ettin göz ettin mahvettin beni

Ayrılık her daim uzayan yollarla, yolculuklarla birlikte anılmıştır türkülerde. Kaf dağında değil karlı dağların ardında tarif edilmiştir gurbetler. Nedense ölümden bile ağır gelmiştir ayrılık acıları. Aynen şu güzel ve dokunaklı Erzincan türküsünde [5]olduğu gibi:

Bu ayrılık bana ölümden beter / Bu ayrılık bize zulüm getirir / Geçti dost kervanı eyleme beni 

Bazen ayrılık terkediliştir, ihanettir. Bu yüzden hem acı bir sitem hem de insanın içini acıtan bir yakarış yansır türkülere. Kızgınlık şikayetle karışmıştır adeta. Duysun diye yakılmıştır yare. "Yiğit yarsız olur mu ?' diye seslenir ardından. Oyun diye bildiğimiz, sevdiğimiz coşkulu Ankara 'Misket' türküsü [6]de böyledir mesela:

Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / (Ben yandım anam) / El oğlu değil mi (aman aman) / Sevdi de kaçıverdi
A benim hacı yarim / Başımın tacı yarim / Ellere bana acımaz / Sen bari acı yarim
Güvercinim uyur mu Çağırsam uyanır mı / (Ben yandım anam) / Sen orada ben burda / Buna can dayanır mı
Deniz susuz olur mu / Dibi kumsuz olur mu / Ben müftüye danıştım / Yiğit yarsız olur mu 

Eskiden cep telefonu mu vardı ? Mesaj, e-posta vs. yoktu, mektup yazabilene seyrek rastlanırdı, gider de gelirse tabi. Anadolu türkülerine bakılırsa bir zamanlar 'Turna kuşları' sevda çekenlere, ayrı düşmüşlere postacı gibi gelirmiş herhalde. Gurbette olan da sılada bekleyen de onlara bakıp diyeceğini dermiş demek ki sevdiğine ulaşsın diye. 'Turnalara Tutun Da Gel' çok eski değil. Ama o geleneği devam ettiren hoş, duygulu bir beste. [7]Yine turnalara seslenmiş sevdiğini özleyen:

Uçup gittin buralardan / Canımın canı nerdesin / Uçup gittin buralardan / Gözümün nuru nerdesin
Şimdi hangi yaban elde / Belki dağda esen yelde / Şimdi hangi yaban elde / Belki dağda esen yelde

Asker türküleri de önemli bir yer tutar Anadolu yaylasında. Aradaki dağlara sitem vardır, solan lalelere gönderme yapılır ayrılık acısı. Ölüm kabullenilmiştir de 'ayrılık olmasaydı !' diye feryat eder [8]seven gönüller:

Şu kışlanın kapısına / Mail oldum yapısına / Telli kurban bağlayayım / Asker yarin kapısına
Yüce dağlar olmasaydı / Laleleri solmasaydı / Ölüm Allah'ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı

Sevda ayrılığa, ayrılık uzamaya durunca unutmak mukadder. Bunun için de türküler yakılmış. Yakın zamanlara ait 'Unutursun Mihribanım' türküsü [9]de onlardan birisi.  Rahmetli Abdurrahim Karakoç'un muhteşem sözleriyle geride kalanlar adeta teselli ediliyor:

Unutmak kolay mı deme / Unutursun Mihribanım / Oğlun kızın olsun hele / Unutursun Mihribanım
Gün geçer azalır sevgi / Değişir herşeyin rengi / Bugün değil yarın belki / Unutursun Mihribanım
Süt emerdin gündüz gece / Unuttun ya büyüyünce / Bu iş de tıpkı öylece / Unutursun Mihribanı

Söz Abdurrahim Karakoç'tan açılınca onun çok meşhur 'Mihriban' şiirini ve o güzel türküyü hatırlamamak imkansız. Aşk bu kadar mı güzel anlatılır ? Mihriban'a yani sevdiğine sesleniyor besbelli. 'Aşk kağıda yazılmıyor' elbette ama yine de sevdasını şu güzel dizelerle dile getirmekten kendisini alamamış. Türküsü [10]de çok güzel, çok seviliyor. Özellikle de Musa Eroğlu'ndan olanı.

Sarı saçlarını deli gönlüme / Bağlamışlar çözülmüyor Mihriban / Ayrılıktan zor belleme ölümü / Görmeyince sezilmiyor Mihriban
Yar deyince kalem elden düşüyor / Gözlerim görmüyor aklımşaşıyor / Lambada titreyen alev üşüyor / Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban
Tabiplerde ilaç yoktur yarama / Aşk deyince ötesini arama / Her nesnenin bir bitimi var ama / Aşka hudut çizilmiyor Mihriban
Tarife sığmıyor aşkın anlamı / Ancak çeken bilir bu derdi gamı / Bir kördüğüm baştan sona tamamı / Çözemedim çözülmüyor Mihriban 

Şuna inanırım; Geçmişten gelen bir söz, şarkı ya da türkü güzelse, hala seviliyorsa, halkın gönlünde kök salmışsa o ciddiye alınmalıdır. Her birinin mutlaka özel, anlamlı, derin izler taşıyan hikayeleri vardır. Hikayesi ne olursa olsun, aşk her yerde, her yörede, her canda aşk. Ne köy, ne kasaba, ne zengin ne fakir ayırd ediyor. Ne ırk ne de din farklılıkları engel olamıyor ona. Erzurum'un 'Sarı Gelin' türküsü [11]de bunlardan biri işte.

Erzurum çarşı Pazar / İçinde bir kız gezer / Elinde divit kalem / Dertliye derman yazar

Yolu gurbete düşüp, bir gün ayrıldığı sevdiğinin gelin olduğunu öğrenen biri hangi duyguları yaşar sizce ? Hele de arada aşılmayacak engeller varsa.  Çaresizlik isyana, sitem şikayete dönüşür aşık gönlünde. Aynı, 'Yüce Dağ Başında Bir Top Kar İdim' adlı Afyon türküsünde [12]olduğu gibi.

Aşağıdan gelir gelinin göçü / Gelin mi etmişler canımın içi / Beş sene sakladım verdiğin saçı / Belki şu güzelin gönlü olur diye

Aynı duygular bir Diyarbakır türküsünde [13]de görülüyor. Ama, insafsız olana yine de kıyılamamış, kendinde bulmuş  kabahati ozan sevgiliye sitem ederken:

Sarı gülü derende lo / İnsaf senin nerende / Kabahat sende değil lo / Sana gönül verende

Bu şikayet hali uçarı gönülleri kabahatli tutmuş sevdalardan. Mesela 'Urfalıyam ezelden' türküsünde olduğu gibi. Hikayeye göre adına türkü yakılan Ömer çok yakışıklı, yiğit, iyi ata binen, kılıcının sahibi, çok iyi çöğür çalan ve hoyrat okuyan, halay çeken bir gençmiş. Allah her kabiliyeti sanki özellikle ona vermiş. Ömer'siz bir düğün, sıra gecesi düşünülemez olmuş. Ömer'in baş bağlaması da meşhurmuş. Sırmalı puşu bağlar, puşunun kenarlarındaki püsküller tüm çiçek renklerini sanki başında toplamış. Halay çekerken başındaki her gül bir yana düşmekteymiş yüzünde.

Belli ki onu sevenler bu ele avuca sığmaz delikanlıya yanıklıklarını türkülere yansıtmış olmalılar. Sözde ona sitem etmişler, [14]ama asıl şikayet ettikleri kendi gönülleri olmuş zannımca:

Urfalıyam ezelden / Gönül geçmez güzelden / Göynümün gözü çıksın / Sevmez idim ezelden 

Bilsek de bilmesek de her türkünün bir hikayesi vardır elbette. 'Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir' türküsü [15]de öyle.

Mustafa ve Gülbahar’ın dillere destan aşklarını bilmeyen yoktur. Sevda çeken bu gençler ailelerinin rızası ile evlenirler. Fakat seferberlik ilan edilmiş ülkedeki tüm gençler askere çağrılmıştır.  Bu ayrılık o günlerde ölüme gitmek gibi bir şey… Belkide bir daha Gülbahar’ını göremeyecektir. Ancak, vatan borcudur, bu kutsal görevden geri kalmak olur mu?  Mustafa da diğerleri gibi sevdasını evde koyar ve ayrılır.

Gülbahar’ın ise iki gözü iki çeşmedir; ama elden ne gelir ?  Mustafa’ nın gidişi de o gidiş olur zaten. Aradan yıllar geçerhiçbir haber gelmez. Öldü mü, kaldı mı bilinmez. Ev halkı da artık Mustafa’ dan umutlarını kesmiştir. Gülbahar her sabah bahçeye çıkar yavuklusunun yoluna bakar uzun uzun. Ama; ne gelen, nede haber vardır.

Gülbahar her geçen gün erir, ağlaya ağlaya göz pınarları kurur adeta. Gelinlerinin bu durumu kaynanasını ve kayınbabasını çok üzmektedir elbette. Kayınbabası Gülbahar’ ın haline o kadar üzülür ki; dayanamaz ve bu ağıtı yakar.

Huma Kuşu yükseklerden seslenir / Yar koynunda bir çift suna beslenir / Sen ağlama kirpiklerin ıslanır / Ben ağlim ki belki gönül uslanır. [16]


Hadi şimdi dayanabilene aşkolsun !

[1] Tatlı dile güler yüze, Kırşehir, Neşet Ertaş
[2] Cevizin yaprağı dal arasında,Dinar
[3] Yüce Dağ Başında Bir Top Kar İdim, Afyon
[4] Celal Güzelses,Diyarbakır
[5] Pir Sultan Abdal, Erzincan
[6] Misket, Ankara
[7] Turnalara Tutun Da Gel, Özhan Eren
[8] Şu Kışlanın Kapısına, Adana
[9] Unutursun Mihribanım, Abdurrahim Karakoç
[10] Mihriban, Abdurrahim Karakoç
[11] Sarı Gelin, Erzurum
[12] Yüce Dağ Başında Bir Top Kar İdim, Afyon
[13] Makaram Sarı Bağlar, Diyarbakır
[14] Urfalıyam ezelden, Urfa
[15] 'Huma Kuşu Yükseklerden Seslenir, Erzurum
[16] Huma kuşu yuvasından havalanan ve çok yükseklerde günlerce uçan bir kuştur. Bu türküde Mustafa Huma kuşuna benzetilmiş, "Yar Koynunda birçift suna beslenir" ifadesi de gelinin iki çocuğuna yanı torunlarına atfedilmiştir.