16 Ocak 2015 Cuma

212 16 Ocak 2015 Cuma 22:28 KÜÇÜK/BÜYÜK ŞEYLER.................Yapmayı öğrenen çocuk

Yapmayı öğrenen çocuk

Yazmak benim için yeni bir şey değil. Bu tutkum, daha ortaokul öğrencisiyken hatıra defterleriyle başlamıştı. Lisede kompozisyon dersleri en çok sevdiğim dersler arasındaydı. Yazdıklarım okunur ve beğenilirdi. Bunu bilirdim. En önemlisi onların sadece not için olmadığının da farkındaydım. 

"Şiir ve İnşa" başlıklı bir okuma parçası hala hatırımdadır. Bu makalede, Ziya paşa şiir ve düzyazı ile ilgili görüşlerini yazmıştı. Milli bir dil, milli bir şiir ve milli bir nesirden bahsediyordu. Gerçi o gün sadece bu başlık için Edebiyat hocamızdan mükellef bir dayak yemiştik ama, makalenin beni yazma ve onun tekniğiyle ilgili yeni ufuklara yönelttiğini söylemeliyim. İşte yazmanın bir tür "yapmak" olduğunu ilk o zamanlar anlamıştım.

Oralarda ekilen tohumlar önce duvar gazetelerinde, sonra da bazı gençlik dergilerinde boy verdi. Yazılarımdan birkaçı bazı gazetelerin okuyucu sayfalarında bile yayınlandı.

Şimdi hatırlıyorum da ilk yazım şimdi rahmetli olmuş bir siyasi lider hakkındaydı. İnanmıştım, yazı o günkü hesapsız samimi düşüncelerimi yansıtıyordu. Gazeteyi elime alıp okuduğumda iki şeyi çok iyi hatırlıyorum. Tabi ki biri yazdığımın basılmasıydı. Sevinçten ne yapacağımı bilememiştim. Çevremdeki herkese gösteriyordum. Yetmedi makasla kesip saklamıştım. Şimdi nerelerde, hangi dosyaların içinde sararmış bükülmüş duruyordur bilemem. Belki de çoktan yitip gitmiştir. Yıllar oldu görmüş değilim. Kalıcı olan o değilmiş anladım.

O gün yaşadığım ikinci duygu çok daha kalıcıymış. Heyecanla üzerinde yeteri kadar düşünmemişim. Ancak, kelimelerin gücünü anlamış, düşüncelerin kağıda geçirilmesindeki çekici cazibeyi fark etmiştim. Yazmanın üretmek demek olduğunu zamanla daha iyi anlayacaktım.
 
68 kuşağı oldukça popülerdir. 70'li yılların gençliği nedense atlanarak birdenbire 80'lere geçiliverir. O acılı dönem hatırlanmak bile istenmez. Zaten biz bile kendimize "kaybolmuş nesil" demiyor muyduk ?

Gençlik dönemimiz halk tabiriyle "anarşik" yıllardı. Herkes bir yana savrulmuş, diğer taraflara ateş püskürüyordu. Nihayet bağırıp çağırmak da yetersiz kaldı. Konuşma sırası silaha, bombaya gelmişti.  

O günler, her gün onlarca genç insanın öldüğü, acıların iflah olmaz bir kanser yarasına dönüştüğü  yıllardı. Etrafı kan ve ölüm sisi kaplamış, göz gözü görmez hale gelmişti. Akıllar tutulmuş, yürekler dağlanmıştı. 

Çok şükür ki, biz Rabbim nasip etmiş elimizi silaha sürmemiştik. Hiç bir şekilde akan kana bulaşmamıştık. Okumak, yazmak, dinlemek hem sığınağımız hem de silahımız olmuştu o dönem. Benim ve benim gibi düşünenlerin mücadelesi, davası yoktu sanılmasın. Bizim çıktığımız yol önce kendimizi "inşa" sonra da ülkemize, milletimize "hizmet" etmeye ayarlanmıştı. 

Edebiyata, sanata, şiire merak sarmam aynı döneme rastlar. İktisat okuyordum ama fotoğraftan, tiyatroya hatta sinemaya kadar bazı görsel sanatlarla yakından ilgilendim. Ama amaç bu araçlar yoluyla ülkeye nasıl katkıda bulunabilirim kaygısıydı. Yani "yapma" davasıydı peşinde olduğumuz. Bu yüzden okumaya, yazmaya devam ettim inançla. 

Sonra nasıl olduysa memur oldum. Bilinçli bir seçim değildi. Çok farklı bir alanda oldukça inişli çıkışlı bir yaşamım oldu. Belki eskisi kadar okuyamadım, yazamadım. Lafın gelişi zorlu bir mücadele içinde hayatı yazmakla meşguldüm diyelim.

Okuduğum şeyler yönetmelik, genelge vs. bol bol yazdığım şeylerse resmi yazılar ve raporlardı. Okulda en sevmediğim ders muhasebeydi. Büyük konuşmamak lazımmış; ilk paramı ondan kazandım, ömrümün 35 yılı onunla ve rakamlarla geçti. Memuriyette sıkı bir muhasebeci, iş yaşamımda farklı bir yönetici oldum.

Ama, inanmışlık çalışma tarzımı şekillendirdi. Yapma azmi, en zor zamanlarımda bile bana düştüğüm yerden kalkmamı sağladı. İdealistlik hiç üstümden kalkmadı. İşimi yaparken hep dünyanın en ciddi mesaisini yapar gibi çalıştım. 

Bu arada yazarlık başka kılıklara girdi. Yıllık bilançolar, tablolar bana elime doğan evlatlarım gibi geldi. Rakamları sadece kullanmadım, onları yorumladım da. Grafiklerle dillendirdim. Okunsun okunmasın böyle  yüzlerce rapor yazdım çalıştığım kurumlar için. 

Velhasıl kağıt kokusu, kalem cızırtısı, daktilo tıkırtısı eksilmedi yaşamımdan. Okuma yazma üstü küllenmiş bir kor gibi uzak düşmedi zihnimden. Nihayet şimdi emekliyim. Özgürüm, herhangi bir amire ya da kuruma bağlı değilim. Sorumluluğunu taşıdığım bir personel de bulunmuyor. Kendimi sıkmama, frenlememe de gerek yok. Artık onca sene ötelediğim, sevdiğim şeyi yapabiliyorum. 

Bol okumak, araştırmak, öğrenmek ve çokça yazmak. Okudukça, yazdıkça da yenilenmek, çoğalmak. Yazarak dünyalar kurmak, o dünyaları herkesle paylaşabilmek. İçimdekileri açmak; yüreğimi, düşüncelerimi hayallerimi anlatabilmek için şimdi önümde hiçbir engel yok. Yapmak için yazmak. İşte benim için bütün hikaye bu.

Küçükken köy evimizin bahçesinde eski çiviler, kiremit parçaları bulurdum. Sanırım evimiz eskiden orada olan bir yapının kalıntıları üzerine yapılmış. Onlardan kendime bir oyun kurardım. Çivileri toprağa sıralı dizince bahçe gibi olurdu. Üstüne yanına kiremit parçaları konduğunda ise eve benzerdi. 

Annem babam sorarmış "Oğlum ne yapıyorsun ?" Verdiğim cevap bir çocuk için oldukça ciddi: "Dag yapıyorum !" Elimdeki taşla "tak, tak" vurarak onları toprağa çakıyorum ya, işte "dag yapmak" ondan.

Bu işi bazen samandan da yapıyordum. Komşu annenin arka bahçesinde kule haline getirilmiş saman yığınları vardı. Benim için harika bir oyun alanıydılar. Atlamak, yatmak, hoplamak ve oynamak için saman çok uygundu. Ayrıca, içi oyulabiliyor küçük evcikler de yapılabiliyordu. 

Bir gün işi biraz fazla abartmışım. Oyduğum bir mağaracığa küçük dal parçaları doldurarak fırın yakmaya kalktım. Kibriti çakınca saman parlayıverdi tabi. Kısa pantolon ve naylon sandalet ayakkabıyla denedim olmadı. O benim küçük ateşim saniyeler içinde genişlemiş alevler artık boyumu geçmişti. Tabana kuvvet eve kaçtım. 

Öğleden sonra uykularını hiç sevmezdim. Babam bahçede odun kesiyormuş. Alel acele anneme uyuyacağımı söyleyip üzerimi örttürdüm. Aklımca saklanmıştım. Biraz sonra gürültüler arttı. Yangın büyümüş, komşu annenin ahırlarına sıçramış, neredeyse evler yanacakmış. 

Söndürmek için bütün köylü seferber olmuş, tabi babam da. Ben korkudan uyumuşum. Annemin sarsmasıyla uyandım. Çok şükür yangın söndürülmüş. Ama yangını benim çıkardığımı  da öğrenmişler. Meğer yan bahçelerde çalışan biri benim oralarda oynadığımı görmüş. 

Annem doğru dışarda bekleyen babamın yanına götürdü beni. O günden sadece babamın kızgın halini, elindeki baltayı ve duyduğum korkuyu hatırlıyorum.

Böyle "yakma" sakarlıkları dışında oyun da olsa "yapmak" çocukluğumun en güzel anıları arasında. Mesela Başköyde o zamanlar bol bol ayçiçeği ekimi yapılırdı. Gündöndü dediğimiz bu bitkinin saplarından iyi araba olur. Özü kazındığında yeşilden kahverengiye dönmüş saplardan kayış gibi bir malzeme çıkar ki oldukça kullanışlıdır. On santim boyunda yıldız şeklinde birbirinin içinden geçirilmiş üç sapın üstüne geçirildiğinde ise gayet güzel bir tekerlek elde edilir. 

Gerisi hayal gücüne ve yeteneğe kalmıştır. Kağnı mı, kamyon mu, otobüs mü ?  Ön dingile monte edilmiş uzun bir mil, ucuna da tekerleğin büyüğü bir direksiyon taktın mı, oldu sana bir araba. Akşam üstü köy meydanı arabalarını birbirine gösterip caka satan çocuklarla dolar. 

Köy çocuğunun  cebinde, elinde çakı eksik olmaz. Bir çakı ve biraz saptan neler çıkar inanamazsınız. Bütün bunlar "yapma" ile ilgilidir. Zaten hayvan güden, tarlada ormanda çalışan çocuk yıkmayı, yakmayı bilmez.

Şanslı mıydık, garip mi ? O bakana göre değişir. O günler kepekle balık alınabilen, yumurtayla bisiklet turuna çıkılabilen bir zamandı. Çünkü para denilen şey pek görülen bir şey değildi. Süt yoğurt tereyağ satılır, şehirde pazarlık görülüp evin ihtiyaçları karşılanırdı. Değil araba bisiklet bile tek tük görülürdü. 

AVM vardı da biz mi gitmedik. Köy bakkalı yumurta karşılığı çocukları bir iki kilometre bisikletle götürüp getiriyordu. Tüketmeye değil üretilen şeylerin değiş tokuşuna dayalı bir yaşamdı.

Çocuk gözüyle boyum kadar yayın balığını eşeğin heybesinden çıkarıp bir teneke kepek karşılığı satan adam bugün gibi hatırımda. Babam onu yüksek bir yere kancayla asmış derisini yüzmüştü. Ulubat gölü kıyısından her geçişimde çocukluğumun bir kısmının geçtiği o köyü ve balık satıcısını hatırlarım. Sudan değer çıkaran, karşılık olarak aldığı kepekle hayvan yetiştiren, kısaca "yapan" üreten bir adamdı.

Radyoda yurttan sesler dinlerdik. Muzaffer Akgün'ün gür sesi o günlerden yüreğime işlemiş. Neriman Altındağ Tüfekçi'den türküler hala kulağımda. Türküyle güne başlayan, çalışan, türküyle oynayıp eğlenen insanlar arasında gözümü açtım ben. Türküleri hala severim.

O gün için teknolojinin görünen yüzü radyoydu benim için. Babamsa yukarda asılı aynayı gösterip "Bir gün gelecek bu radyoda gördüğümüz insanları da görebileceğiz" demişti hiç unutmuyorum. Allah rahmet etsin geleceği görebilen ufku açık bir insandı. 

Çok şükür ki Kur'an okunan bir evde büyüdüm. Daha beş yaşında Kur'an okumayı öğrendim. Babamla birlik camide namaz kıldım, müezzinlik yaptım. Onlar hem dünyalarını hem ahiretlerini "yapan" insanlardı. 

Tek kanatla uçulmayacağını, yol almak için iki kanat gerektiğini işte o çocukluk günlerimde öğrendim ben. Aslında yapmanın mayası çalınmıştı minik bedenime. Çok şükür ki aslını inkar eden haramzadelerden olmadım. Yazmam da bu yüzden; hayatıma renk katan, yönlendiren küçük ama büyük şeylere vefa borcum var benim.

Duyulsun, bilinsin istedim. Hislerimin karşılıksız olmadığına da yürekten inanıyorum.


11 Ocak 2015 Pazar

211 11 Ocak 2015 Pazar 19:10 GEZİ REHBERİ................................Tacettin Dergahı

Işık durakları

Tacettin Dergahı

Osmanlı döneminde Ankara'da en çok ziyaret edilen on yedi manevi nokta bulunuyormuş.  Tabi ki günümüzde olduğu gibi Hacı Bayram-ı Veli camii ve türbesi o zaman da birinci sıradaymış.

Kayıtlara göre bu ziyaret yerleri arasında Tâceddin-i Veli türbesinin ikinci yoğunlukta olduğu belirtiliyor. Bir diğeri ise Altındağ Belediyesinin inşa edildiği mevkide bulunan es-Seyyid Hüseyin Bahâeddin Nakşibendî türbesi imiş.

Bu şaşırtıcı değil, çünkü “dayanılıp güvenilecek büyük şeyh” [1] olarak anılan Taceddin Sultan'ın geçmişte Ankara'nın meşhur şeyhleri arasında olduğu anlaşılıyor

Yüksek duvarlarla çevrili bahçeye büyük bir avlu kapısından giriliyor. Bahçenin ortasında bugün Mehmet Akif Ersoy Müze evi olarak ziyarete açık iki katlı ahşap bir Ankara Evi var.

Aslında burası Hacettepe Üniversitesi Kampüsü içinde küçük bir külliye. Taceddin Sultan Camii, türbe, dergah, çeşme ve hazireden oluşuyor. Dergah sonradan Mehmet Akif Ersoy Müze Evine dönüştürülmüş. Bu yüzden dergahın bulunduğu sokak Mehmet Akif Sokağı olarak geçiyor.

Tacettin Dergahı, ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından yaptırılmış. Aslı bir tarikat tekkesi. Zira onu inşa ettiren padişahın Hacı Bayram-ı Veli’nin Bayramiye tarikatının Celvetiye koluna saygısı büyükmüş.   

Külliye ilk olarak 1826'da II. Sultan Mahmud zamanında bir onarım geçirmiş, daha sonra da Sultan Abdülmecit zamanında (1839-1861) yapılan imar hareketleri esnasında ilaveler yapılarak yenilenmiş. İkinci Abdülhamid Han ise kendi kişisel hazine-i hassasından büyük bir bütçe ayırarak 1892-1901 yılları arasında cami, minare ve türbeyi yıktırıp yeniden yaptırmış.

Bugünkü türbe, dergah evi, çeşme, hazine ve camiden oluşan bir külliye halini alması o zamandan. Zaten kapının üzerinde de bu yenilenmenin kitabesi var.

Adını bu ışıklı mekana veren ve Şeyh Tâceddin Sultan adıyla bilinen Taceddinzade Mustafa, köken olarak Kayserili Şeyh Tâceddin Veli Hazretleri'nin soyundan geliyormuş. 

Tâceddîn Velî hazretlerinin on altıncı yüzyılda Ankara’da yaşayıp yine burada vefat ettiği belirtiliyor. Tâceddînzâde Mustafa Efendi, kendisi de aslen Ankara Şereflikoçhisar doğumlu olan Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerinin halifelerinden olan Tâceddîn Velî'nin tek erkek evladı.

Şeyh Tâceddînzâde Mustafa Ankaravî Efendi Selçuklu Devleti'nin son zamanlarında yetişmiş. Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna ışık veren manevî önderlerden.

Tâceddîn Efendi’nin, Bayramî-Celvetî şeyhi Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerine 1576 yılından sonra Bursa, İstanbul ve Sivrihisar’da intisap ettiği tahmin ediliyor. 1601 yılında Ankara Müftülüğü görevine başlayıp, Şeyh Paşa Zaviyesi’nde celvetî şeyhi olarak irşad faaliyetlerinde bulunduğu kayıtlı.

Vefat tarihi kesin olarak bilinmiyor. Yalnız çocuksuz olarak Ankara’da vefat ettiği ve babası Tâceddîn Velî hazretlerinin kabrinin güney tarafına defnedildiği kaydedilmiş. Ancak, bu hazire bugün yok.

Tâceddîn Efendi’nin yaşadığı dönem, Ankara’nın bir nevi tasavvufun beşiği olduğu bir dönemmiş. Bayramî, Mevlevî, Nakşî, Halvetî ve Ahî dergâhları ile Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin bitişiğindeki “Pîr Evi” birer okul gibi faaliyet gösteriyorlarmış.

Onyedinci yüzyılda Bursa'da Üftade ve Aziz Mahmud Hüdaî Dergahlarında yetişerek Ankara'ya gelmiş. Burada Celvetî tarikatı müridleriyle ilgilenmiş. Bu arada pek çok kerameti görülmüş.

Bunlardan birisi de şöyle: Rivayete göre devrin padişahı, Şeyh Taceddin'in yanına getirilmesini emretmiş. Ancak, dergâha giden askerler, şeyhle beraber su ibriklerinin de ibadet ettiğini görünce Şeyh Taceddin Sultan'ı götürmekten vazgeçmişler.

Hacı Bayram-ı Velî hazretlerini “pîr” olarak kabul eden Tâceddîn Efendi şiirlerinde de ona atıflarda bulunmuş. Şeyh Tâceddin Sultan'ın “İlâhiyât-ı Tâceddinzâde” isimli bir eseri var. 

“Tâcî Divanı” olarak da adlandırılan eserinde duru bir Türkçe ile yazdığı tasavvuf şiirleri günümüze kadar ulaşmış durumda.

İşte o divandan birkaç [2] damla: "Ey cümleye Ma'bûd olan, / Derdime dermân sendedir / Âşıklara matlûb olan, / Derdime derman sendedir "

Önce camide namaz, ardından türbede dua ettikten sonra Mehmet Akif Ersoy Müze evine yöneliyoruz. İstiklal Marşı şairinin anma etkinlikleri ile İstiklal Marşı'nın kabul edilmesi yıldönümü törenleri her yıl cami ile müze ev arasındaki bu küçük alanda yapılıyor.

Zamanında bu ev dergah olarak kullanılmaktaymış. Mehmet Akif Ersoy, İstanbul’un işgalinden sonra aldığı davet üzerine Ankara’ya geldiğinde burada kalmış.

Akif milli mücadeleye katılmak için geldiğinde kendisini karşılayanlar arasında Taceddin-i Veli Camisi imamı da varmış. Tabi ki şehirde kiralık ev bulmak oldukça zor. Ancak, Tevfik Hoca (Tevfik Çiftdoğan) ona olan büyük hayranlığı sebebiyle külliyede yer alan bu yapıyı kendisine tahsis etmiş. O zaman Taceddin Dergahı bahçesinden ahşap bir kapı ile geçilen, iki katlı, ahşap, karkas çatılı mütevazı bir evmiş burası.

Şair ve birinci T.B.M.M. Burdur mebusu Mehmet Akif Ersoy İstiklal Savaşı yıllarını burada geçirmiş. Dostlarıyla milli mücadele meselelerini burada tartışmış. İstiklal Marşı Şiir’i başta olmak üzere bir çok şiirini burada yazmış. İstiklal Marşı’nı yazarken gece gelen ilhamı kaçırmamak için bazı dörtlükleri mum ışığında dergahın duvarlarına kazdığı anlatılıyor. Meşhur Bülbül  şiirinin de bu evde yazıldığı biliniyor.

Dergâh Evi’ni Eşref Edib şu şekilde tarif ediyor: “Dergâh deyince dervişler, âyinler hatıra gelmesin. Eşraftan birinin âdeta selamlık dairesi. Ufak bir köşk gibi muntazam yapılmış. İçi dışı boyalı. Döşenip dayanmış, güzel ve geniş bir bahçesi var. Türlü türlü meyveler. Önünde bir şadırvan, şırıl şırıl sular akıyor.”

Yapı 30 Ekim 1949’ da Şehir Meclisinin kararı ile müze-eve dönüştürülmüş. Ancak uzun yıllar bakımsız ve harap durumda kalmış. Üniversite Merkez Kampüsünün kuruluşu sırasında (1982-84) bu yöndeki teşebbüsler sonucu yapının eski durumuna sadık kalınarak onarımı sağlanmış ve yapı ziyarete açılmış.

Evin üst katına çıkan tahta trabzanlı merdivenler boyunca da merhum Akif’e ait fotoğraflar asılmış. İçeriye adım atmanızdan itibaren mekanların eski haliyle ve oldukça sade bir şekilde canlandırılmış olduğunu görüyorsunuz. 

Üst katta bir dinlenme ve toplantı odası var. Toplantı odası evin en gösterişli yeri denilebilir. Bahçeye bakan üç penceresinin önünde boydan boya sedirler, duvarlarında sedef kakmalı oymalar, şamdanlar ve gaz lambaları var. 

Odanın tavanı, kalem işleri ile süslü altıgen bir göbekle süslü.  Yöresel bir Ankara tavanı.

Müze-evde ziyaretçiler için bir video-seslendirme sistemi kurulmuş. Ayrıca, Mehmet Akif Ersoy'a ait cep saati, gözlük, tesbih, tüfek ve büyük şairin bir yüz kalıbı da teşhir ediliyor. 

Evin karşısında ve yan tarafında Mehmet Akif'in fotoğrafları, İstiklal Marşı ve diğer belgeler ayaklı büyük panolarda sergileniyor. Şehit Muhsin Yazıcıoğlu ve merhum şair Abdürrahim Karakoç ta hemen arka taraftaki küçük hazirede yatıyor.

Bugün dikkatli gözler için Ankara sadece modern bir başkent değil. Aynı zamanda keşfedilmemiş bir çok göz alıcı mekana ve manevi derinliğe de sahip.

Bunlardan bir tanesi de eski Ankara anlamındaki Altındağ’da bulunuyor. Hamamönü semti yakın zamanda dikkate değer bir restorasyon süreci geçirdi. Şehrin bu en eski kısmı artık yaşamak ve ziyaret etmek için çok daha çekici bir yer. Hamamönü şimdi hem Osmanlının hem de Cumhuriyetimizin geleneksel yaşamını yansıtan eşsiz bir yer. Ayrıca ziyaretçilerine çeşitli kültürel aktiviteler yanında dinlenme ve alışveriş imkanları da sunuyor.

Altındağ Belediyesi, ilçenin özgün ve otantik cazibesini restore edebilmek için gerçekten çok çalıştı. Hala da çalışıyor. Hamamönü, 2006’dan beri Selçuklu Dönemi’ nden mescitler ve camiler de dâhil olmak üzere 250 lokasyonda yenilenme ve genişleme projelerine tanık oldu. 210 hektar civarında bir bölge tekrar inşa edildi ve 33 yerleşim yeri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kaydına geçirildi.

Bu süreçte birçok bina imar edildi veya yeniden inşa edildi ve bazı caddeler trafiğe kapatıldı. Bugün Tacettin dergahının ve Mehmet Akif Ersoy müze evinin bulunduğu Hamamönü semti yerli ve yabancı ziyaretçiler için son derece popüler bir yer. 
---------------------------------  
[1] “Umdetü'l-meşâyıhı'l-'izâm Mustafa Efendi İbni Tâceddinzâde” Şeyh Taceddin Sultan
[2] Aşktır begim ana giden,/ Aşktır murâda irgören / Olmuş gönüllerdir gören,/ Derdime dermân sendedir
Aşktır tenimde cân olan, / Mest-i elest insân olan / Âşıklara îmân olan, / Derdime dermân sendedir 
Sensin Kerîm Sensin Rahîm, / Aşıklara aşkın naîm / Vaslın cinân hicrin cahîm, / Derdime dermân sendedir 
Tâceddînoğlu çâresi çoktan, / Bezm-i avâresi / Lutfin senin çün çâresi, / Derdime dermân sendedir
Geldik kapuna yâ Şekûr, İrham lenâ yâ Rabbenâ / Sensin Kerîm sensin Gafûr,/ İrham lenâ yâ Rabbenâ
Başım kodum bu meydâna,/ Muntazırım ben ihsâna / Garîkım gerçi isyâna,/ İrham lenâ yâ Rabbenâ 
Günâhım oldu gâyetsiz,/ Senin lütfün nihâyetsiz / Nice bulam hidayetsiz,/ İrham lenâ yâ Rabbenâ 
Tâceddînoğlu dir kaldım,/ Günâhım anladım bildim / Yüzüm kara sana geldim, / İrham lenâ yâ Rabbenâ