28 Şubat 2014 Cuma

134 28 Şubat 2014 Cuma 17:24 KAYIP DEFTER'den............................Beklenmeyen misafirler

Beklenmeyen misafirler

Bir sabah okula gidiyoruz, yurdun giriş kapısında onlarla karşılaştık. Yurda gelmiş bir turist kafilesi gibi duruyorlardı. Hepsi bizim yaşlarda, kız erkek karışık sanırım 10-12 kişi kadardılar. Fötr şapkalı, kendilerine benzer orta yaşlı bir adamın etrafına toplanmışlar, bir yandan anlamadığımız bir dille konuşuyor, bir yandan da ürkek bakışlarla etrafa bakınıyorlardı. 

Yabancıydılar, bu çok belliydi ve muhtemelen uzak bir yoldan gelmişlerdi. Çünkü çanta ve bavulları yanıbaşlarındaydı ve adeta bir tepecik oluşturmuştu. İçlerinde sarışın uzun saçlı, beyaz tenli mavi gözlü kızlar vardı. Şaşırmıştık, kimdi acaba bunlar, nereden gelmişlerdi, bizim yurtta ne işleri vardı ?

Okula yetişmek için acele ediyorduk, ama onlara bakmadan da edememiştik. Gözlerimiz karşılaştı bir çoğu ile. Onlarda merakla bize bakıyorlardı. Bir an içimden "Siz de kimsiniz ? Nerden geldiniz ?" diye sormak geçti, duraklamışım. Mehmedin çekiştirmesiyle kendime geldim. "Hadi Süleyman, geç kalıyoruz." 

Birlikte kapıdan çıktık, toprak yolda yürürken sabah serinliği yüzümüze vuruyordu. Yine de "Ya Memet ! Kim ki bunlar, neden gelmişler ?" diye sormaktan kendimi alamamıştım. Mehmet gayriihtiyarı arkaya doğru baktı, sonra da omzunu silkerek yakalarını kaldırdı. "Ne bileyim oğlum, misafir kalacaklar heralde" dedi öylesine. Montlarımıza gömülüp, ellerimiz cepte okula doğru hızlandık.
 
Kazak, Türkmen, Azeri..daha da geliyorlar
Okulda bir tevatür dolaşıyordu. "Türki Cumhuriyetlerden binlerce öğrenci gelecekmiş." Gün boyu bu söylentinin aslı esası nedir anlamaya çalıştı herkes. Hatta bu "Türki" lafı üzerine her kafadan farklı bir sürü yorum geldi. Daha çok Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülke adları geçiyordu.

Nihayet bir öğrenci Sosyal Siyaset dersinde dayanamayıp "Hocam, duyduklarımız doğru mu, nedir bu işin aslı ?" diye soruverdi. Meğer, Başbakan Demirel geçenlerde 10000 yabancı öğrencinin Türkiye'de okuyacağını açıklamış. Aslında bu fikir Cumhurbaşkanı Özal'ınmış. Daha çok o uğraşıyormuş sovyetlerden yeni kopmuş bu ülkelerle. Gelenler de peyderpey ülkedeki bütün üniversitelere dağıtılacakmış. Öncelikle bir yıl türkçe öğrenip sonra bölümlerine geçeceklermiş.

Hoca, anlaşılan bu işe karşıymış ki verdi veriştirdi hükümete. Vay efendim zaten biz kendi gençlerimize yeterli eğitim veremiyormuşuz, bu öğrencilerin masrafları da hepimizin cebinden çıkacakmış, yarım yamalak türkçe ile nasıl ders dinleyeceklermiş, üstelik bir sürü uyum sorunu çıkacakmış…falan, filan.

Benim aklım hala sabah gördüğüm gruptaydı. Hiç öyle Kazak, Türkmen'e filan benzemiyorlardı. Onlar daha böyle esmer, çekik gözlü olurlar değil mi ? Bunlar basbayağı bize benziyorlardı. Hatta bizden bile daha beyaz tenli idiler. Mavi gözlü, sarışın Kırgız hiç duymamıştım. Neyse, nasıl olsa öğrenecektik. Dersler bitti, okul dağıldı biz de yurda döndük.

Bunlar da kim ?
Bu sefer idarenin önü bir hayli kalabalıktı.  Hepsi çekik gözlü, sarı kara gençlerdi bunlar. Onlar da gruplar halinde toplaşmışlar, ortalarına aldıkları yurt idarecilerini dinlemeye çalışıyorlardı. Anlaşılan sözü edilen türki öğrenciler bunlardı. 

Baktık, kültür merkezinin önünde Orhan'la Banu onları seyrediyor, biz de yanlarına dikildik. "La oğlum, ne oluyo burda, ne seyrediyosunuz, kim bunlar ?" Banu hafifçe kıkırdadı, Orhan'ın keyfi yerindeydi "Hiç oğlum, dünyanın öte yakası bize gelmiş de ona bakıyoz işte" 

Yüzleri kıpkırmızı, ter içinde kalmış Müdür, Müdür Yardımcıları ve Yönetim memurlarına takılıyor gözüm. İşaretle, çat pat anlaşmaya, birşeyler anlatmaya çalışıyorlar. Bazen tansiyon yükseliyor, kendi dillerinde bağrışıyorlar. Kendi aralarında gruplaşıp, hararetli hararetli konuşuyorlar. Sonra, bir yönetim memuru elindeki listeyle kalabalıktan on kişi alıp grubu bloklara doğru götürüyor. 

Bazıları gidenleri kolundan, montundan çekip göndermemeye çalışıyor. Sanırım beraber olmak istiyorlar, ayrılmaktan hoşlanmamış gibiler. Ama yapacak bir şey yok, görevliler ellerindeki listeye göre hareket ediyorlar. Bire bir de anlaşamıyorlar zaten. Kalabalık böyle gitgide azalıyor.

Bu arada ayaküstü bildiklerimizi anlatıveriyoruz birbirimize. Gelenler Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan'danmışlar. Gündüz de gelenler olmuş. Onarlı gruplar halinde birer ikişer katlardaki boş odalara yerleştiriliyorlarmış. Daha da geleceklermiş, Azerbaycandan, Özbekistandan, hatta Moğolistandan bile. Türkiyeye geleceklerin hepsi 10000 kişiymiş. Sabah Moldavyadan da gelenler olmuş. 

"Neresi lan orası ?" dedim merakla. Banu bilmiş bir tavırla cevapladı sorumu "Avrupa'da, Karadeniz kıyısında küçük bir ülke." Mehmet araya girdi "Sabah bizim gördüklerimiz onlardı demek." Merak ettiğim soru cevaplanmıştı ama, kendi kendime "Allah Allah, onlar da mı Türkiymiş ?" diye mırıldandım.

İvan, yeni oda arkadaşımız
Odamıza çıkmadan kantine girip yemeğimizi yedik. Levent'le Hamit bize yemek kuyruğunda katıldı. Banu'yla Hale de yanımızdaydılar. Yemekten sonra çaylarımızı da Okan getirdi, aynı masada gırgır şamata bir hayli vakit geçirdik. Konu daha çok kantinin yeni hali ve yurtta değişen şeylerdi. Yapılan hizmetler herkesi şaşırtmıştı ama, memnun da etmişti.

Levent oturduğu yerden beyaz önlük giyen Palabıyık ustaya takılmadan edemiyordu "Usta ! Valla çok yakışmış, yalnız bir eksiği var." Usta bir taraftan kuyruktakilere kepçe kepçe yemek dolduruyor, bir taraftan Levent'e laf yetiştiriyordu  "Neymiş o ?" Levent iki eliyle boğazında kelebek işareti yapıp "Papyonun yok ustam, papyonun." Palabıyık usta biraz kızıyor, yanakları al al kepçe göstererek "Sana burdan bir çakarsam, görürsün papyonu, mapyonu ükela !" Bu sefer o da dahil hep birlikte gülüyoruz bu atışmaya. 

Bir ara Selim abi geçiyor önümüzden elinde tepsisiyle. Durup bakıyor neşemize, sonra da "Keyfiniz yerinde. Allah tadınızı bozmasın gençler !" diyor o da gülerek. Bu sefer "Aminnn !" diyoruz hep birlikte, yüksek sesle.

Odamıza çıktığımızda misafirlerimiz olduğunu görüyoruz. Bizden yeni öğrenciler Hasan ve Metin onlara dolaplarını nasıl yerleştireceklerini gösteriyor. "Selamünaleyküm !" diyor Hamit kalın sesiyle. Hasan dönüp "Aleykümselam" diyor, misafirlerse üç kişi öyle ürkek bakıyorlar. Tanıyorum onları, sabahki Moldavya mı, Moldava mı işte o gruptan. Mehmet her zamanki inceliği ile "Hoşgeldiniz, ben Mehmet !" diyerek elini uzatıyor gülümseyerek.

Uzun boylu olan "Hoşgördük be" diye cevap veriyor elini uzatırken. Şaşırıyoruz. "Ben Stefan Topal, bu Dimitri, Dimitri Karaçoban, bu da İvan Kazancı." Bu kez daha da şaşırıyoruz, "Nasıl yani şivesi farklı ama türkçe konuşuyor bu. Sanki laz gibi mi desem trakyalı gibi mi. Ama o isimler ne öyle. Yarısı türkçe yarısı rus gibi." İçimden bunlar geçiyor bir an. Biz de kendimizi tanıtıp ellerini sıkıyoruz bir bir. Stefan aklımdan geçenleri okumuş gibi gülerek devam ediyor "Gagauzlar lafederlär pak Türkçä, ölä, nicä lafedärmiş eski zamannarda cümne insannar, angıları çekiler Türk halkından, Türk soyundan." (1)

Kimbilir nasıl baktık ki Stefan'a gülerek omzuma vurup gürledi "Hayde, biz de türküz be. Hem da Gagauzuz. Haçan yabancı saymayın ha. İvan sizle kalacak. İyi oğlandır, sevesiniz oni."  Önce birbirimize sonra da İvan'a bakıyoruz hep birlikte. Sarışın, orta boylu, biraz narin, güleç yüzlü bir cocuk İvan. Ürkek bir ses çıkıyor ağzından. "He ya, ben İvan, ben de türk, sizin gibi yani" diyor kekeler gibi aceleyle. "Hiç de korkunç değilmiş bu ya!" diyor Orhan. Bir kahkaha yükseliyor odadan. Onlar da gülüyorlar bizimle, kaynaşıveriyoruz.
 
Yeni, yeni sorunlar
Bugünlerde yurtta gündem gelen yeni misafirler. Artık, attığımız her adımda etrafta acemice dolaşan "türki" lere rastlıyoruz.  Gelenlerin de ardı arkası kesilmiyor. Söylenenlere bakılırsa bizim yurda 600 kişi verilmiş. Bunların daha yarısı gelmiş, yarısı da gelecekmiş. Hem de adını bile bilmediğimiz, duymadığımız yerlerden. 

Çoğu müslüman ama içlerinde bizim gagauzlar gibi hristiyan olanlar da varmış. Hatta geçen gün on tane moğol öğrenci gelmiş diyorlar, onlar da budistmiş. Nahçıvan, Ahıska, Karatay, Altay Yakut türklerinden ve daha pek çok akraba topluluklarından da öğrenci bekleniyormuş.

Görüyoruz, sabahları belediye otobüsleriyle hep birlikte Tömer'e gidiyorlar. Bir yıl böyle türkçe kursu göreceklermiş. Müdür beye görevlilerle birlikte sürekli onlarla ilgilenirken rastlıyoruz. Duyduğumuza göre hiç paraları yokmuş. Müdür bey de belediye ile görüşüp otobüslerden ücretsiz yararlanmalarını sağlamış. Ayrıca yurt işletmecisinden de isim yazdırarak yemek yiyorlarmış. Bursları çıkınca kapatılmak üzere.

Bu olay, yurttaki dengeleri de etkilemiş görünüyordu. Daha önceki ideolojik gruplaşmalara, şimdi de "türki" gruplaşmaları eklenmişti. Özellikle Azeriler rahat durmuyorlardı çünkü. Yurttaki bir grupla etkileşim halinde oldukları belliydi. Kaldıkları bloklarda da sık sık problem çıkıyordu. Öbür türkilerde de  farklı sorunlar yaşanıyordu. Bazı ülke öğrencileri sanki birbirlerine düşman gibiydiler. Gruplar halinde geziyorlardı. Duyduğumuza göre bunların ülke olarak da araları pek iyi değilmiş.

Bazı öğrencilerin içki içtikleri, yurda geç geldikleri ve kız yurtlarındaki arkadaşlarıyla görüşmek istedikleri konuşuluyordu. Meğer Rusya'da ve onun eski peyklerinde öğrenci yurtları kız erkek karışık olurmuş. Onlar da böyle olsun isterlermiş. Geçen gün, bir kazak öğrencinin kız bloklarından birinden sarkıtılan çarşaflara tutunarak üçüncü kata çıktığı dedikodusu yayıldı etrafa. Ben ihtimal vermedim ama Orhan Banu'dan dinlemiş, Müdür bey olay üzerine o blokta soruşturma yapmış.

İki hafta önce bizim katta bir gürültü koptu. Stefan ve İvan odadaydılar. Sesler üzerine fırlayıp çıktılar. Biz de arkalarından ne oluyor diye baktık. Meğer odanın birinde iki Gagavuz öğrencinin dolabında domuz konservesi, salam filan gibi şeyler varmış. Koku üzerine sormuşlar, onlar da bizimkilere ikram etmeye çalışmış. 

Kıyamet kopmuş tabi, meğer aileleri çocuklarına erzak olarak yanlarına koymuşlar. Nerden bilsinler böyle olacağını. Bizimkiler her haltı yerler ama, konu domuza gelince dindar kesilirler ya, o hesap. Nerdeyse kavga çıkmak üzereydi, yetiştik ayırdık. Kemal abi de gürültüye geldi, anlayıp dinledik. Gülelim mi ağlayalım mı, tuhaf bir durumdu. Neyse gagauzlara Stefan aracılığıyla durumu anlattık, bizimkilere de "Sizin anneniz hiç yanınıza yolluk koymuyor mu ? Hiç mi sucuk, pastırma getirmediniz ? Bunlar hristiyan kardeşim, ne bekliyordunuz. Anlayışlı olun biraz ya !" deyip sakinleştirdik.

Takip eden hafta bütün gagauzlar sabah akşam o konserveleri, salamları yemekten bir hal oldular. Sonunda bitti de hem onlar rahatladı hem biz.

-----------------------------
(1) "Gagauzlar, eski zamanlardan beri temiz Türkçe konuşurlar; ki, diğer Türk halkından ve soyundan olanlar gibi."



24 Şubat 2014 Pazartesi

133 24 Şubat 2014 Pazartesi 21:29 ANKARA HASTALIKLARI..............Torbadan çıkan öcü mü, tavşan mı ?

Torbadan çıkan öcü mü, tavşan mı ?


Ankara’da yaşanan demokrasi biraz tuluat tiyatrosuna benzer. Gündeme göre senaryo yazılır, dekor, ışıklar herşey hazırlanır ve açılan perde ile birlikte oyuncular karşılıklı sahne alırlar.

İktidar bir şey söyler, muhalefet cevap verir. Muhalefet konuşur hükümet daha fazlasıyla karşılık verir. Liderlerindir salı günkü grup toplantıları. Karagöz Hacivat gibi atışırlar, gövde gösterilerine dönüşür konuşmaları. Biri ak der, öbürü kara.

Hemen ardından medya korosu da dahil olur bu kakafoniye. Gazeteler çarşaf çarşaf yayınlar yaparlar, manşetler atılır sıcak sıcak. Köşe yazarları köşelerinden mitralyöz ateşine başlarlar ertesi gün. Televizyon kanalları da eksik olmaz bu sahnede. Açık oturumlar, yorumlar, canlı bağlantılar peş peşe gelir.

Gündem birdenbire rayından çıkar, “o ne dedi, bu ne cevap verdi, şu nasıl konuştu, helal olsun ! Nasıl da esti gürledi demi !” ye kadar iner. “Bugün hava bulutlu”, “Sen bana ördek mi dedin ?” “Yok, aslında sen bana komplo kurmuşsun”, “Anneniz hamfendiye saygılarımı sunarım” gibi abuk sabuk mecralara gider doğaçlama konuşmalar. 

Konunun aslı kaybolur bu gürültüde, seyirciler almak istediklerini seçer alırlar bu oyundan. Artık, gündemdeki konunun ne olduğunun hiç bir önemi yoktur, bir imaj ve algı savaşıdır yaşanan.

Oyunu izleyenler her biri filin bir yanını tutup “Fil kulaktır !”, “Yok hayır, fil hortumdur”, “Olur mu canım, fil basbaya dört adet bacaktır”, “Amma yaptınız, fil dediğin aha şu elimle tuttuğum kuyruktur” münakaşasına girerler. Evinde gazetesinden başını kaldıran adam, televizyonunu kapatan kadın, internetten çıkan genç de artık kurulmuş bir saat gibidir. Nasıl dolduysa öylesine cırlar durur etrafına.

Biz öyle gördük, böyle bilirdik. Ama günümüzde demokrasinin kapsamı daha da tartışmalı bir biçimde genişledi galiba. Parlamentonun, siyasi parti faaliyetlerinin, hatta yazılı ve görsel basının sınırlarını aştı ve sanal dünyaya da sıçradı. Şimdi artık sosyal medya da bu tiyatroda arzı endam ediyor. Hem de bu alanda oldukça yaygın, güçlü ve etkin biçimde rol çalarak.

Özellikle son birkaç yıl içinde yaşanan bazı tarihi olaylar bu gücün nasıl yıkıcı olabileceğini de gösterdi maalesef. Amerika’daki protestolar, Avrupa’da meydana gelen sokak olayları, Arap baharı, Mısır devrimi, Gezi parkı kalkışması, Güney Amerika’da halen devam eden çatışmalar ve nihayet Ukrayna örneği. 

Diğer taraftan internetin yaygınlaşmasıyla siber suçlar çoğaldı. Doğal olarak bu alanı düzenleyen yeni bir hukuk dalı da giderek gelişiyor. İnsan sağlığının, özellikle de çocukların ve gençlerin korunması devletlerin anayasal görevlerinden.  Elbette düpedüz insan ve uyuşturucu ticareti yapan internet siteleriyle, bu yolla çeşitlenen dolandırıcılık ve sahtekarlık örnekleriyle, hatta şirketleri, kurumları ve ülkeleri hedefleyen siber saldırılarla mücadele edilmesi gerekiyor.

Klasik hukuk düzeninin dışında gelişen bu tür olayların adli takip gerektirdiği açık, hatta geç kalınmış bile sayılabilir. Bu yüzden dünyadaki bütün hükümetler birbiri ardına bu alanı düzenleyen yeni yasalar çıkarmaya çalışıyorlar. Ancak konuyla ilgili düzenlemeler tam da bu sebeple bazen oldukça radikal ve tartışmalı olabiliyor.

Ülkemizdeki uygulama 2007 yılında 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkındaki Kanun’la başlatılmıştı. Geçtiğimiz günlerde torba yasa mantığı içinde meclis’ten geçen son düzenlemeler de işte bu kanuna dayanıyor.

Her gündemin kendine özgü takma kod adları var. “Kamuoyunda bilinen adıyla” diye lanse edilip, öyle yazılan, konuşulan, öyle hatırlanması istenilen başlıklar bunlar. Sözgelimi; yargı paketi, çözüm süreci, danıştay davası, 4+4+4, gezi direnişi, demokratikleşme paketi, torba yasa vs. gibi. Ankara’daki bildik tartışma bu kez de “internette sansür” ve "yasak" kavramları üzerinde odaklaştı.

Hükümetin ilgili Bakanı’na göre bu bir internet yasağı değil. Temel amaç, kişilik haklarının korunması ve vatandaşların mağduriyetinin giderilmesi. Bakan, "İnternet yasaklanıyor, internete sansür geliyor, TİB her şeyi engelleyecek" gibi söylemlerin gerçekle ilgisinin olmadığını belirtiyor. Hatta, "Biz, İnterneti yasaklamıyoruz, internetin yasaklanmasının kolay olduğu mekanizmayı ortadan kaldırıyoruz" diyor.[1]

Muhalefete göre, 5651 sayılı kanun zaten bugüne kadar birçok siteye erişimin engellenmesine sebep olan bir kanundu. Son düzenlemelerse internette “sansür” ya da daha diplomatik bir dille “devlet müdahalesinin” daha da artması anlamına geliyor. Dolayısıyla bu düzenleme, başta kişisel hak, bilgi özgürlüğü ve diğer birçok konuda ciddi sıkıntı getiriyor.

Hükümetse farklı görüşte. Bu tasarı Türkiye'de yıllardır sıkıntı olan site engelleme, kapatma ya da benzeri durumlara bir çeki düzen getirme amacıyla hazırlanmış.

Muhalefetin bir kısmı “trafik bilgileri” konusuna takılmış. Ne alaka demeyiniz, bu trafik bildiğiniz trafik değil. Çünkü yasaya göre herkesin hangi siteye girdiği, hangi dosyaları indirdiği, hangi videoyu izlediği ve hangi müziği dinlediği gibi bilgiler servis sağlayıcılar tarafından bir yıldan az iki yıldan fazla olmamak kaydıyla saklanacak. [2] Muhalif görüşlere göre bu düpedüz vatandaşın fişlenmesi. Ayrıca toplanan bilgilerin nasıl kullanılacağı, kimin erişiminde olacağı da belirsiz.

Hükümetse daha çok erişimi engelleme konusuna odaklanmış gibi. Mesela ona göre bu düzenleme YouTube gibi sitelerin tümden kapatılması sorununa çözüm getiriyor. Artık bütün bir sitenin değil IP tabanlı engelleme olacak. Böylelikle örneğin Yani youtube.com adresi tümüyle değil, içindeki bir videonun linki olan youtube.com/xxxxx kapatılacak. Mağdur olan bir kişi herhangi bir sitedeki fotoğrafı 'müstehcen' bulup şikayet ederse, yalnızca o fotoğrafın bulunduğu sayfanın kapatılması söz konusu olacak.

Bu değişiklik muhalefetin kulağına hoş gelse de, söz konusu içeriklerin yasal olup olmadığının nasıl belirleneceği, bunu kimin nasıl yapacağı ve bu yetkinin nasıl kullanılacağında kuşkuları var.

Her konu gibi “müstehcenlik” konusunun da göreceli olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden ülkemizde “genel ahlak” kavramı zaten hep tartışmalı olmuştur. Doğal olarak burada da bir karışıklık söz konusu. Bu yüzden olmalı ki, hükümet tarafı konuya “kişilik haklarının ihlali” olarak yaklaşırken, muhalefet “sizin aklınız fikriniz pornoda” diye saldırıp durdu.

İşte bu hay huy arasında malum torba yasa meclisten çıktı ve onaylanmak üzere Cumhurbaşkanı’na gitti. Cumhurbaşkanı da tepkileri dikkate alarak 2 önemli husus üzerinde durduğunu açıkladı. Bu gelişme üzerine hükümet hemen o iki noktada düzeltme yaptı.

İlkinde, trafik bilgisi tanımı gözden geçirildi ve bir anlamda da kapsamı daralttı. Trafik bilgisi içinde artık sadece IP adresi, başlama ve bitiş süreleri, yararlanılan hizmetler, varsa abone bilgileri ve aktarılan veri miktarı olacak. Ayrıca, söz konusu trafik bilgilerinin mahkeme kararı olmaksızın hiçbir şekilde verilememesi, kullanılamaması da güvenceye bağlandı.

İkinci husus, özel hayatın gizliliğinin korunmasına ilişkin gecikmesinde sakınca bulunan hallerde erişimi engelleme kararı verilebilmesiyle ilgili. Bu durumda TİB Başkanının 24 saat içinde Sulh Ceza Mahkemesine başvurması gerekecek. Engellemenin devam edip etmeyeceği ise işte bu mahkeme kararına göre belli olacak.

Sonuç olarak, hükümet Cumhurbaşkanı’nın dikkat çektiği her iki noktayı da mahkeme kararına bağlamış ve o sorunlu hallere "yargı freni" rötuşu yapmış oldu. İnternet kullanıcılarının hangi siteleri, ne kadar süreyle ziyaret ettikleri ve internette kimlerle temasta oldukları gibi özel hayat bilgileri, ancak soruşturma veya kovuşturma aşamasında yargı kararı ile TİB'e teslim edilecek. Bu düzenleme, idarenin, milyonlarca insanın özel hayat bilgilerine istediği anda, yargı kararı olmadan [3]sahip olmasına karşı önemli bir adım kuşkusuz.

Ancak, karşı görüşlere göre bu adım, kısmi bir iyileşme getirmekle birlikte, yeni yasadaki temel yaklaşım sorununu ortadan kaldırmıyor. Yürürlüğe giren yasanın ve hükümetin temel yaklaşımı, özel hayat ve kişilik haklarının ihlaline ilişkin iddialarda önceliği "yasaklamaya" vermesi, yargı kararını ikinci adımda araması.

Deniyor ki, “Burada amaçlanan süratse, aynı sürat yargıyla da sağlanabilir. İdarenin, ifade özgürlüğünün en temel alanı olan internette doğrudan içerik çıkarma yetkisine tamamen son verilebilir. Böylece mahkemelerin önüne, yargı henüz bir değerlendirme yapmamışken, idarenin engelleme iradesinin yansıdığı dosyalar konmamış olur.”

İçerde, dışarda çeşitli muhalif çevrelerin eleştirdiği yeni internet yasasında, hükümetin sorunları tamamen gidermese de yargı ayarı yapmasının hiç kuşkusuz önemli bir anlamı var. Ayrıca Cumhurbaşkanının devreye girmesiyle de olsa yapılan bu iyileştirme demokrasi adına bir kazanç. “Tencere dibin kara”, “Seninki benden kara” didişmesi içinde bu örneğe pek sık rastlanmıyor çünkü.

Ancak, bir kere daha görüldü ki, bu düzenleme; sürece dahil muhalefet partilerini, konuyu "internette sansür", muhalif kitleleri de “internetime dokunma” noktasına savururken, hükümeti ve iktidar yanlılarını da "iktidar ne yaparsa onu savun" pozisyonuna kilitledi. Bir taraf "müstehcenliği" özgürlük kavramıyla savunur hale gelirken, karşı taraf da internette özgürlük tartışmasını "pornoculuk" ithamıyla bastırmaya çalıştı.

Bakana göre, bu, gerçekten ülkenin ihtiyaçlarına cevap verecek bir düzenleme. Çünkü dünyanın hangi gelişmiş ülkesine gidilirse gidilsin mahkeme kararı olmadan, bir çok engelleme yapılabiliyor. Mesela Almanya hariç Avrupa'nın bütün ülkelerinde trafik bilgileri saklanıyor. Yine bazı gelişmiş ülkelerde 100 binin üzerinde kelime ve kavramın google arama motorunda engellenmiş durumda ve aranamıyor.

Ayrıca yeni yasa, kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğinin korunması açısından da önemli uygulamaları barındırıyor. Türkiye'de bir çok yasa dışı dinlemenin, görüntünün internet sitelerinde kullanıldığını ve kimsenin bunlar nasıl kullanılıyor diye sormadığını belirten bakan, "Dünyanın hangi ülkesinde yasa dışı görüntüler yayınlanabiliyor?" diye soruyor.

Sonuç olarak, bu düzenlemelerle artık erişim engelleme kararları, sadece IP bazlı verilebilecek. Yani bir web sitesinin yalnızca belli bir bölümü engellenebilecek, ayrıca DNS değiştirerek erişime engelli sitelere giriş mümkün olmayacak.

Mevcut kanunda yalnızca katalog suçlar [4] işlendiğinde o site erişime kapatılabilirken, yeni düzenlemede kişilik hakkı ihlal edilen veya özel hayatın gizliliği ihlal edilen kişiler de bu sitelerin erişime engellenmesini talep [5] edebilecek. Şöyle ki, kişilik hakkının ihlali varsa, söz konusu kişiler artık mahkemeye doğrudan başvurarak 24 saat içinde siteyi erişime kapattırabilecekler.

Diğer yandan Erişim Sağlayıcılar Birliği [6] kurulacak ve internete erişim sağlama hizmeti veren şirketler için örneğin telekomünikasyon firmaları için bu birliğe üyelik zorunlu ve ücretli olacak. Birliğe üye olmayanların da bu alanda faaliyet göstermesi engellenecek. Böylece bir karar verildiğinde tek elden uygulanması sağlanacak ve denetleme kolaylaşacak.

Peki, şimdi bu yasal düzenlemeden ne çıktı sizce ? Birilerinin sürekli “öcü geliyor !” korkutmasına karşılık, hükümet torbasından “tavşan” mı çıkardı ? Ya da “Tavşana bak !” derken başımıza ne çorap örüldü diye vehimlenelim mi ?

Ben şöyle düşünüyorum; demokrasi dediğimiz şey keşke “erdem” yarışı olsa. Ülke için doğruyu bulma, eksiği tamamlama, yanlışı önleme yeri olsa. Ancak, bu son derece safdil bir bakış açısı galiba. İktidar mücadelesi hiç de öyle düz bir mantıkla yapılmıyor. Biraz da satranç oyununa benziyor bu Ankara hastalığı. Piyonları, taşları, şahı, veziri insanlar olan acımasız bir çarpışma oyunu.

Her çarpışma hasar bırakır, hükümetin de bu süreçte ötesi berisi hırpalandı kuşkusuz. Fakat internet dünyasını boş bulup yalanla, küfürle, iftirayla, ahlak dışı girişim ve komplolarla şah mat yapacaklarını sananlar, karşı bir hamleyle bir kere daha yıldızları saydılar.

Son sözüm de internet korsanlarına. Sen yap et, sanal dünyayı ilkesiz kuralsız tepe tepe kullan, adeta bindiğin dalı kes, sonra da internetime dokunma de. Böyle bir kurnazlığa, facebookta bir başka kullanıcının biraz da argo cevabı geliyor aklıma, “Oldu canım, başka emrin ?  Çay da var içen mi ?”
--------------------
[1] Bu ironik durumu da şöyle açıklıyor sayın bakan: “Mevcut düzenlemede, özel hayatla ilgili istenmeyen görüntünün, kaydın ya da herhangi bir içeriğin internet sitelerinde yayınlanması halinde vatandaşın öncelikle yer sağlayıcıya başvurması ve 2 gün cevap beklemesi gerekiyor. Genellikle bu cevap gelmiyor. Bunun üzerine vatandaş 2 gün sonra mahkemeye başvurabiliyor. Mahkeme de 3 gün içinde kararını veriyor. Dolayısıyla en az 5 gün vatandaşın mağduriyeti devam ediyor. Mahkeme 'internet sitesi kapatılabilir' ya da 'içerik çıkarılabilir' şeklinde karar verebiliyor. İçerik çıkarma kararı verdiyse vatandaşın bu 5 günde her tarafa yayılmış içeriği çıkartmak için erişim sağlayıcılara bu kararı götürmesi gerekiyor. Yer veya erişim sağlayıcı yurt dışında ise mahkeme kararını ekleyerek bir yazı ile bildiriyor. Çoğunlukla bir sonuç elde edemiyor. Mahkeme kararı bile olsa eli kolu bağlı kalıyor. Bu nedenle mahkemeler genellikle 'internet sitesi kapatılmalı' şeklinde karar veriyor." İşte bu yüzden "Biz, İnterneti yasaklamıyoruz, internetin yasaklanmasının kolay olduğu mekanizmayı ortadan kaldırıyoruz" diyor sayın bakan.
[2] İşin bir başka önemli bir yönü daha var, maliyet: Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre internet kullanıcı olan 30 milyon kişinin kişisel bilgilerinin servis sağlayıcıları tarafı tarafından depolanması demek 2 yıl boyunca bu kayıtlar için çok ciddi bir yatırıma ihtiyaç olacağı anlamına geliyor. Bunun için milyon dolar mertebesine ulaşacak bir altyapı yatırımı yapılması gerekiyor. Bu yatırımı servis sağlayıcılar yapsa bile bunun bir maliyeti olacak ve bu maliyet de (doğal olarak) son kullanıcıya yansıyacak. Bu da dolaylı yoldan internet erişim fiyatlarının artması demek.
[3] Yasanın önceki halinde "özel hayat ihlali olduğu ve gecikmesinde sakınca bulunduğu düşünülen hallerde idareye, yani TİB'e, yargı kararı olmadan, doğrudan internet sitelerinden içerik çıkarma yetkisi" tanınmıştı. TİB, özellikle haber alma hakkı karşısında sınırları son derece tartışmalı olan "özel hayat ihlali" kararı verdiği anda istediği içeriği, içerik sağlayıcılara da haber vermeden çıkartabilecekti. Hükümet, yargıyı işte bu yetkinin kullanılma sürecine ekleyecek bir değişiklik yaptı. Buna göre, TİB Başkanı internet sitelerinden çıkardığı her içerik için 24 saat içinde sulh ceza hâkimliğine başvuracak, mahkeme de 48 saat içinde karar verecek. TİB 24 saat içinde mahkemeye başvurmazsa veya mahkeme içerik çıkarma kararını yerinde görmezse engellenen içerik tekrar yayına girecek. Böylece, yeni yasada, özel hayat ve kişilik haklarının ihlali gerekçesiyle başvuru yapan kişiler için getirilen 24 saat içinde yargıya başvurma yükümlülüğü, TİB Başkanlığı için de getirilmiş oluyor.
[4] a) 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan; 1) İntihara yönlendirme (madde 84), 2) Çocukların cinsel istismarı (madde 103, birinci fıkra), 3) Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma (madde 190), 4) Sağlık için tehlikeli madde temini (madde 194), 5) Müstehcenlik (madde 226), 6) Fuhuş (madde 227), 7) Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama (madde 228), suçları. b) 25.7.1951 tarihli ve 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanunda yer alan, c) 7258 sayılı Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları Düzenlenmesi Hakkında Kanunda yer alan suçlardır. Kısaca; 5651 sayılı Yasada belirtilen suçlar ve daha sonra ilave edilen yasadışı bahis ve şans oyunlarına ilişkin konularda erişimin engellenmesi kararı verilebilir.
[5] Bir İnternet sitesinde hak ihlali durumundaki bir yayının engellenebilmesi konusu 5651 sayılı kanunun 9 uncu maddesinde düzenlenmiştir. Bu durumda, öncelikle yayını yapan İnternet sitesinin iletişim kısmındaki yetkililere (içerik veya yer sağlayıcı) içeriğin çıkarılması için başvuruda bulunmanız gerekir. Talebiniz iki gün içinde karşılanmazsa 15 gün içinde yerleşim yerinizdeki Sulh Ceza Mahkemesine başvurarak mağduriyetinizin giderilmesini istemeniz gerekir. Mahkeme verdiği kararı sitenin iletişim kısmındaki yer alan adrese tebliğ ederek kararın uygulanmasını temin eder. Erişimin engellenmesi kararını Cumhuriyet savcılıkları, ceza mahkemeleri ve Başkanlığımız erişimin engellenmesi kararı verebilir. Ancak Başkanlığımızın bu kararı verilebilmesi için İnternet sitesinin içerik veya yer sağlayıcısının yurt dışında olması gerekir. Yurt içi yayınlarda sadece çocukların cinsel istismarı ve müstehcenlik suçunda hâkim onayına sunmak şartıyla Başkanlık erişimin engellenmesi kararı verebilir
[6] Dünyadaki internet kısıtlama uygulamalarına bakıldığında özellikle Batı'da devletin internete özel bir müdahalesi yok. Bu iş ilgili kurumlar tarafından yerine getiriliyor. İşte bu nedenle Türkiye’de de internet servis sağlayıcılarının yer alacağı “Erişim Sağlayıcıları Birliği” kuruluyor. Bu birliğe üye olmayan şirketler artık servis sağlayıcı olarak çalışamayacak ve bu birliğin temel görevi mahkeme kararlarını uygulamak olacak.